6 Haziran 2014 Cuma

ZAMAN TÜNELİNDE SARAYKÖY’ÜN PAMUK TARLALARI / MEHMET ÇEVİK


SARAYKÖY’ÜN PAMUK TARLALARI, ÇAPALARI VE HASATLARI

BİRİNCİ BÖLÜM
Dalım oğul, balım kız,
O güzelim 60’lı yılların pamuk tarlalarını, çapalara gitmeleri hiç mi hiç unutamıyorum. Ailemize yük olmamak, 5- 10 kr cep harçlığı kazanmak için yazın sabahın erken saatlerinde hazırlanır, gelen traktör remorklarına biner, Sarayköy dışındaki köylere pamuk çapasına giderdik.
Bu iş için ayarlanmış dayıbaşılar vardı. Başlıcaları Yıldız tepe’deki Çil Ahmet, Aşağı mahalleden Bambıl, Turan mahallesinden Van’lı Şamo ve Zübeyir, Kambur Kara Fatma ve Bala mahallesinden Şerife Tezel idi.
Bunlar patronlarla, yani pamuk ağalariyle anlaşırlar, ev ev gezerek işçileri bulurlar, her işçi başına yüzdelik alırlar, birlikte piyasayı belirlerler, genelde tarlaların işçilerin başında dururlardı. Bu işçilere çapacı dendiği gibi baharna da denirdi.
Her daybaşının kendilerine göre kişisel özellikleri vardı. Şamo tekgözlü, fotörlü ve şakacı bir karaktere sahipti. Neşeliydi. Baharnayı eğitirdi, ders verirdi, eğlendirir ve güldürürdü. Sanki o bir öğretmen, baharnası da sınıftı. Zübeyir ciddi, vakur, ağırbaşlıydı. Çok konuşmazdı. İyi bir insandı. Bambıl ise, son derece saftı. Başında her zaman giydiği yuvarlak, bej rengi bir madenci şapkası vardı. Ağzından damlalar, elinden de mendil hiç eksik olmazdı. Titrer dururdu.
Pamuk tarlaları bazan küçük, bazan da uçsuz bucaksız topraklardı. Baharna, tarlanın bir köşesinden başlamak üzere sıralanır, pamuğun dibindeki otları çapayla keser giderdi. Eğer ilk pamuk çapasıysa pamuğu da aralarında aşağı yukarı bir karış olmak üzere seyrelterek çapalarlardı. İkinci ve üçüncü çapalarda ise, bitkinin altını toprakla doldururlardı. Kazara pamuk kesen, otları örtüp giden olursa azarı işitirdi. Devam ederse işten kovulurdu. Bazıları, ‘’Bugün ay on dört, ben örttüm, sen de ört.’’ Derdi. İşe başlamadan herkes en iyi çapayı seçmeye çalışırdı. Sona kalan dona kalırdı, en kötü çapa ona kalırdı. İşte zorluk o zaman başlardı. Alet işler, el öğünür olmalıydı…
Pamuk çapasına ilk gittiğim günü hiç unutamıyorum. Sabahın erken saatlerinde kocaman burunlu, eski, açık mavi renkli bir otobüs, evimizin önünde homurdanarak durdu. İçinde yer olmadığından, beni ve diğerlerini otobüsün üzerine çıkardılar. O zamanlar bu çok normaldi. Ölen ölür, kalan sağlar bizimdi. Tıpkı Hindistan’daki tren yolculuğu gibi. Otobüsün nereye gittiği meçhuldü. Vardıktan sonra öğrendikki, burası Şamlı’daki Çakmak’ın çiftliğiydi. Baharna bir türkü tutturmuştu otobüsün üstünde ;
‘’Gülizar, Gülizar, canım Gülizar,
Bulamazsın sen benim gibi yar.
Gözlerim görmüyor mektup yazayım,
Kendi mezarımı kendim kazayım.’’
Milletin mutsuzluğu, yoksulluğu, şarkılara, türkülere bile yansımıştı. Bu bir çeşit dışa vurumdu, bir çeşit isyandı, sözel anlatım tarzıydı. Bu milletin ezelden beri bahtı karaydı zaten. Yüz yıllardır düşmanla, açlıkla savaşmış, kimi başlık parası bulup evlenememiş, kimi sevdiğine kavuşamamış, kavuşan da sosyal çevreden dolayı mutlu olamamış. Bunu iyi ya da kötü, dolaylı ya da dolaysız bir şekilde ifade etmeliydiler. Bir ulusun kültürü de işte böyle evreleşiyordu ;
‘’Şiş kebabı, doldur şarabı,
Tahta taraba, yandım Araba,
Arap kızı neylesln, satar Araba.’’
Elbetteki bu neşe uzun sürmeyecekti. Tarlaya varacak, herkes çapasını alacak, harlı güneşin altında toz duman içinde pamuklarla, otlarla boğuşacaktık! Bu zorluğu hafifletebilmek için de, çapaları otlara vurup yerin bağrını kazarken şarkılar, türküler söyleyecek maniler atacaktık.
Şamlı’da ucu bucağı görünmeyen bir tarlanın içinde bulduk kendimizi yarım saat sonra. Acemi olduğum için en kötü çapa bana düştü. Çapa değil de sanki kazara gökten yere düşmüş bir uçağın kanatlarına benziyordu. Hafif olduğu için otları da zor kesiyordu. Tarlanın çapalanmış kısmına göcer, diğer ucuna ise, eynel denirdi. Ben göcerin en ucundaydım. Hem çapamdan, hem de acemiliğimden dolayı en arkadan baharnayı takip ediyordum. Yanımda iri yarı Cennet Teyze adında bir kadın ara sıra bana yardım ediyordu. Eğer, göcer arkada kalır, eynel öne giderse, ‘’Eynel doleşdiiii, göcer boka buleşdiiii.’’ Diye gülüşürlerdi. Bazan bunun tersi de olurdu. O gün başkalarını bilemem ama, ben ölüm kalım savaşı veriyordum. Kafamdaki şapka ve mendil zaten terden ıslanmış, gömleğim de sırtıma yapışmıştı. N’aparsın ekmek parası! Değil yüz karası! Ekmeğimi topraktan çıkarıyor, alın terimle kazanıyordum. Baharna çapaya başladıktan biraz sonra, doru bir atın üzerine binmiş, sıska, ayakları vücudundan uzun, kafası dibek taşına benzer, nerdeyse boynuna dolanmış urgan gibi bıyıklarından dolayı yüzü görünmeyen hilkat garibesi bir adam geldi. Dayıbaşı, ‘’Vurun çapaları! Kahya geldi!’’ dedi korkarak ve hazrola geçerek. Anlaşılan bu adamın askerliği hala bitmemişti. Kahya, yani patronun baş yardımcısı! Yukarda saydığım özelliklerine ilaveten, ‘’ Dünyayı yaratan adam benim.’’ Diyordu. Bu adam patronun kıç yalayıcısından başka bir şey değildi. Başka yerde bunu belediyeye çöpçü bile almazlardı. Şöyle bir baharnanın güzellerine nazar etti, pos ve pis bıyıklarını sıvazlayarak, kara kaplı yaka sigarasından iki derin nefes çekerek havaya halka halka üfledi. Sonra da, büyük bir marifetmiş gibi atını mahmuzlayarak dört nala uzaklaşarak yok oldu gitti. Bir daha gelmemesi için Tanrı’ya içtenlikle dua ettim.
Sabah kahvaltısı imdadıma yetişti. Bir ağacın gögesine oturup evden getirdiğimiz azıkları afiyetle yedik. Bir saat sonra tekrar işe koyulduk. Sıcaktan göz gözü görmeyince genç kızlar ;
‘’Esss bor, bor, bor, bor, bor, bor,
Esdir Alah’ım esdir,
Goca garıları arga basdır,
Genç gızlara fisdan kesdir,’’
Diye hep birlikte mutad şarkılar, türküler söylemeye başlarlardı. Bazan rüzgarın eseceği tutardı da, bilgiçlik yaparlar ve çok sevinirlerdi. Sonra, Zeki Müren’den, Nuri Sesigüzel’den ezgilere devam ederlerdi. Buradan sonra artık bu işi öğrenmiştim. Sırasıyla, Köprübaşı’na, Tosunlar’a, en çok da Beylerbeyi’ne gittim Şamo’yla birlikte. Bu baharna çok daha neşeliydi;
‘’Sular akar arkın,arkın,
Felek döndürmüyor çarkın,
Bu dünyada evim, barkım,
Vardır diyen yalan söyler.’’
Sonra maniler başlar, bunlara ben de katılırdım. Genç kızın birisi;
‘’Hava havalanıyor,
Hava bulutlanıyor,
Benim sevdiğim yar,
Yeni bıyıklanıyor.’’
Arkadan herkes nakaratı söyler;
Tabakası aynalı,
Şu oğlana varmalı,
Oğlan çok güzel ama,
Anası olmamalı
Ooyy dağlar, dağlar
ardında yarim vaaar.’’
Bir gün dalmış, dikelmiş, çapanın sapına dayanmış, ….. …… adlı çok güzel bir geç kıza bakıyordum. Dayanamayıp bana şöyle bir mani attı;
‘’Heyy bana bakan oğlan,
Yüreğim yakan oğlan,
Bir ben mi varım burda,
Hep bana bakan oğlan.’’
Ben de kurulmuş bir yay gibi hazırdım yani;
‘’Sular gibi akarım,
Ben güzele bakarım,
Her taraf kızla dolsa,
Yine sana bakarım.’’
….. …… adlı kız ;
‘’Heey karagözlü oğlan,
Bakmam güllere solan,
Eğer seni seversem,
Gel de boynuma dolan.’’
Kimdi bu cesaretli güzel kız? Bu cevaba çok sevinmiştim. Hiç düşünmeden, heyecanımdan ve kızdan aldığım cesaretle iki mani birden patlattım;
‘’Dolanayım boynuna,
Ben gireyim koynuna,
Ciddisindir inşallah,
Gelmeyim oyununa.’’
Minare var, kuyu var,
Ab-ı Zemzem suyu var,
Olmuşam yar delisi,
Bana derler huyu var.’’
….. ….. adlı kız gülümseyerek;
‘’Bakışların manalı,
Sözlerin çok anlamlı,
Seni tanır, tanımaz,
Oldu gönlüm sevdalı.’’
Hiç kaçırırmıyım bu kadar sıcak atışmadan sonra, hemen;
Senin gönlün gamlandı,
Benim dilim ballandı,
Seni öyle sevdim ki,
Benim dünyam sallandı.’’
MEHMET ÇEVİK
BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU
‘’Anılarımdan’’
* * * * * * * * * * * * * * * * *  
SARAYKÖY’ÜN PAMUK TARLALARI, ÇAPALARI VE HASATLARI

İKİNCİ BÖLÜM

Dalım oğul, balım kız,
Eveeeet, bu geçmişte esen bir rüzgardı. Kızı ne kaçırabildim ne de altın alabildim. Onu alımlı , çalımlı ve güzel olduğu için bir zengine verdiler. Ama görgüsü hiç yoktu. Hani güzel bir söz vardır ya, ‘’ Kenarın dilberi güzel de olsa nazenin olmaz.’’ Diye. O da öyleydi işte. Benim güzellik anlayışıma göre pek güzel değildi ama, anasının hatırına onu seviyordum gibi bir şeydi yani. Dediğim gibi, anası bir zenginin yolunu yaptı da kızı ona verdirtti. Benim gibi züğürdü kim neylesin. ‘’Bu dünya varlıklıların, zenginlerin işiymiş, iki çıplak da olsa olsa bir hamamda yakışırmış.’’ Zaten gururlu olduğum için, babamın ve annemin isteklerine rağmen kızı istetmeye bile yanaşmadım. Kaçırmamı istediler ama, ben yanaşmadım. Zorbalığı ve efeliği hayatta sevmedim. Hep efendi olmak istedim. Amaaa, yerine göre de hiç kimseden korkmazdım yani. Gönül işi gönlümü yakıyordu ama, okumalıydım, tahsil yapmalıydım. Gönül işlerine zaman yoktu. Her neyse kısa keselim de aydın havası olsun… Açılan yara kapanmıyor vesselam, merhemi de yok falan. Yani, şiirsel olarak ifade etmek, ya da mısralara dökmek istersem, özetle ;
‘’Gökteki yıldızın üçü terazi,
Karıştı ülkere gitti birazı,
Sensiz ne kışı geçti ne de yazı,
Belki de mahşerde sorarlar bizi.’’
Bu pamuk tarlaları ayrı ayrı kültürdü kendiliğinden oluşuveren, insan potansiyelinin üstünlüğünü gösteren, birlikteliğin, kardeşliğin. Dostluğun, hüznün, kederin, karşılıklı sözlerle zamanın şarkıları, türküleriyle paylaşıldığı dostluğa açılan bir mekandı.
Güneşin tam tepemize dikeldiği an saat tam 12’de öğle istirahati verilir, yemekler yenir, isteyen uyur ve saat tam 3’de tekrar çapaya başlanırdı. Aralarda da iki kez onar dakikalık istirahat verilirdi. Öğle istirahati geldiğinde, Dayıbaşı düdüğünü çaldıktan sonra;
‘’Bizi yaradan Allah,
İstirahat geldi vallah,
Eğer onu vermezsem,
Kötürüm eder Allah.’’
Diye güzel ve inançlı bir mani söylerdi.
Saat 6’da bitiş düdüğü çalar, bu sefer de en iyi yeri kapmak için traktörün remorkuna ya da otobüse doğru koştururduk. Genelde bana yardım eden teyzenin yanına oturur ondan şarkılar , türküler dinlerdim. Unutamadığım en meşhur şarkısı ;
‘’Kilot pantolon keydim,
Kaymondan öne pindim,
Seni ben çokca sevdim,
Ah, sarı gız, sarı gız…….’’
Bu teyze hala sağ ve ara sıra kendisini ziyaret ederim. Bu tarlalarda çok enteresan şeyler de olurdu. Örneğin ; İstirahat anında serbesttik. Şayet Menderes nehrine yakınsak yüzerdik. Ben yüzmeyi Menderes nehrinin bulanık sularında öğrendim. Önce yüzerek nehrin karşı tarafına geçtim sonra tekrar karşı tarafa yüzdüm. Ama kıyıya yaklaşmak üzereyken acemi olduğum için nefesim tükendi. Su beni akış istikametine doğru sürükledi. Dehşet içinde suya kapıldım. 10 metre sürüklendim. Ele geçirdiğim sarkık bir söğüt dalına tutundum ve halsiz, mecalsiz, nefessiz bir şekilde dışarı çıktım.
Demekki yaşayacak yıllarım, bu yazıları yazacak fırsatlarım varmış. Tanrı’ya sonsuz şükürler olsun.
Dalım oğul, balım kız,
Çapalama esnasında adlarını hala unutmadığım bir karı koca vardı. Bunlar hep kavga ederlerdi. Geçimsizdiler. Birgün bir köpek pamukların üzerinden atlayarak bize doğru koşuyordu. Adam, ‘’Gancık, gancık, gel , gel!‘’diye bağırdı. Kadın kocasına çok kızdı ve, ‘’Ulan o… çocuğu, sen gancık yüzünden tam 6 ay hapisde yattıng, daha doymadıng mı? ‘’ dedi. Ve çapanın sapını çevirip olanca hızyla kocasının sırtına vurdu. Adam, ‘’Anam!’’ dedi ve yere düştü. Adam, son derece kılıbıktı, hiç bir şey demeden işine devam etti ve bu olaydan sonra karısının yanına hiç durmadı. Göcerin en sonuna kaçtı. Bunların bir de dalyan gibi, uzun boylu, ince belli, çakır gözlü, güzel mi güzel, oldukça hareketli, seksi. Sarışın, çok sevimli bir kızları vardı. Adını söyleyemem. Onu da edebiyat tarihçisi yazsın! O benim dengim değildi. Hem benden büyük, hem de takipçilerinden ve taliplerinden bana sıra gelmiyordu. Hem de çok fildirfişti.
Aaah, Sarayköy, aahh, o toza dumana bürünmüş, akşamleyin ağılına dönen koyunların çıkardığı biteviye çan seslerine benzeyen çapaların, kavak ve çam ağaçlarının yaprakları, dalları arasında biteviye uğuldayan rüzgarın sesi, çan seslerine karışan türkü, şarkı, mani sesleri şimdi uzayın derinliklerinde bir yerde kaydolmuş duruyor. Aaah o güzel insanlar bir yerlere gittiler ve bir daha dönmediler. Sizleri, dostluklarınızı, sevginizi, azıklarınızı paylaştığım güzel insanlar! Sizleri hiç mi hiç unutamadım. Unutmayacağım da. Son nefesime kadar sizleri ve hatıralarınızı hep anımsayacağım. Başkaları unutsa da… Ben başkaları gibi vefasız değilim. Namert hiç değilim. Benim kitabımda böyle şeyler hiç yer almadı ve almayacak da… Aaahh, o yeşil gözlü, sarışın sevgili! Seni zaten hiç unutamadım ki, hatırlayayım. O zengin kocan ölmüş diyorlar, tekrar evlenmiş, dünyanın en uzak köşesine gitmiş, diyorlar. Dilerim Tanrı’dan bahtiyar ol, mutlu, umutlu ol. O tozu dumana katan çapaların sesini, baharnanın neşesini, bana ilk söylediğin maniyi kilometrelerce uzaklarda mırıldanıyor musun? Anımsayıp, hatırlayabiliyor musun? Bu dünya fani. Anılarda kalmış, geçmişdeki yaşanmış sevgiler, aşklar yani. Nerelere gitti onlar hani? Avazım çıktığı kadar içimden şöyle bağırasım geliyor ufka karşı ;
‘’O gül endam bir al şale bürünsün yürüsün,
Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün.
Yansın alev gibi geçmişteki aşklar yürüsün.
İçimizde daim kor olsun, durmasın, yürüsün.’’
Bir de şu kötü hatırayı anlatmadan geçemeyeceğim. Ücretler haftalık ödenirdi. Bazen hafta sonu , yani cuma günü tarlada, bazen de cumartesi günleri evlere kadar dayıbaşılar gelirler ve öderlerdi. Bu günler sevinç günleriydi.
O gün, yani cuma günü öğle istirahatinde dayıbaşı Şamo herkeze ücretleri ödemişti. Üzerimde ne gömlekte ne de pantolonda hiçbir cep yoktu. Kardeşimle benim paramı kamış sepetin içindeki sofra bezine sarıp saklamıştım. İş paydosunda baktığımda para oradan çalınmıştı. Eve üzüntü içinde geldim, durumu anneme ve babama anlattım. Babam hemen Şamo’yu aradı ve durumu anlattı. Yukarda da zikrettiğim gibi Şamo çok akıllı bir insandı. Herkezin karakterini çok iyi çözmüştü. Hırsızı teşhiş etmiş ve parayı ertesi gün almış bize getirmişti bile. Aşkolsun yani. İnsanların tahsil yapması için her zaman üniversite gerekli değildi. Hayat üniversitesinden diploma almak yeterliydi. S …. …. Adlı bu hırsız çocuk benim sınıf arkadaşımdı. Ve bu olaydan sonra adı çaldığı paranın miktarına karşılık 56’lık kaldı. Herkes 56 gitti, 56 geldi diyordu. Ne kötü bir damga, ne kötü bir isimdi bu. İnsanlar namuslarıyla yaşarlar. Bir insanın adı çıkacağına canı çıksın!
Uzun lafın kısası, o günlerde yaşam çok zordu ama, mutluluk da aksine diz boyuydu. O günlerde öyle asfalt kaplama yollar, son model arabalar yoktu. Ama, bu yokluk içinde zenginle fakir arasında uçurumlar da yoktu. İnsanlar mütevaziydi ve paylaşmaktan hoşlanırlardı. Her şeyden önce insanlar bencil değildi. Şu anda içimden gelen bir dörtlükle sizleri de fazla yormadan yazımı bitirmek istiyorum. O günler şimdi bana bir rüya gibi geliyor;
‘’Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,
Ben geçmişde değilim, geçmiş benim içimde,
Anılarım ve o güzel, hala şu gönlümün içinde,
Yaşanmış, yaşanacak bu güzel hatıralar içinde.’’
M E H M E T Ç E V İ K
İKİNCİ BÖLÜMÜN SONU
‘’ Sizden biri,
Tur rehberi,
Bellidir yeri,
Kazandığı alın teri,
Yazar seri seri,
Doğduğundan beri,
Çoğu zaman seferi,
Bu ülkenin neferi,
Atatürk’ün eri,
Hala diri,
Tevazuyu sever,
Yoktur kibiri.’’
* * * * * * * * * * * * * * * * 
SARAYKÖY’ÜN PAMUK TARLALARI, ÇAPALARI VE HASATLARI
HASAT ZAMANI, PAMUK TOPLAMALAR

ÜÇÜNCÜ VE SON BÖLÜM

Pamuk yetiştirmek gerçekten zor işti ama, Sarayköy ekonomisinin çok önemli bir ürünüydü pamuk. Pamuk deyip de geçmeyin üstümüzdeki giysilerden tutun da, altımızdaki aksesuarlara kadar hep pamuk kullanırdık o günlerde. Doğaldı, yapay değildi.
Pamuğu sulaması, çapalaması zor işti. Bir de bunun hasadı vardı. Bütün bu çapalamalar, sulamalar, mandal çekmeler hep ürün almak için değil miydi zaten.
Pamuk, Eylül sonu, Ekim, Kasım gibi toplanırdı. Yine traktör remorklarına, dolmuş ya da otobüslere bindirilir, baharnalar tarlalara götürülürdü. Gene çapada olduğu gibi işçiler bir sıra teşkil ederler, önlerinde pamuk koymak için bellerine bağlanmış kocaman bohçalar olurdu. Parmaklar yardımıyla kozalardan alınan pamuklar bu bohçalarla doldurulurdu. Bohça dolduğu zaman şiltelere dökülürdü. Kocaman çuvallara şilte denirdi, ya da har har. Pamuk toplama bedeli kilo başına ödenirdi. Her kim ne kadar pamuk topladıysa, akşam iş bitiminde, o şilte dayıbaşı ve patron nezaretinde tartılır ve birim kilo ile çarpılırdı. Her kimse ne kadar pamuk toplarsa o kadar para kazanırdı.
Artık havalar yazınki gibi çok sıcak değil, serindi. Pamuk kozaları kuru ve uçları sivri olduğundan elimize batar, parmaklar yara olurdu. Bunu önlemek için ya eldiven ya da çorap giyerdik ellerimize. Çapa zamanında olduğu gibi şarkı, türkü söylemek, aşık olmak için vakit yoktu. Herkes hırsından fazla para kazanmak için fazla pamuk toplamaya çalışırdı. Daha fazla pamuk toplamak için konsantre olmak çok önemliydi. Yoksa, elin işde, gözün oynaşda olursa akşama senin pamuk kilo basmazdı. Az pamuk az para demekti. Bazan insanlar kahvaltı yapmayı, öğle yemeğini bile unuturlardı. Pamuk çapası yevmiye olduğu için, ‘’ Nasıl olsa, vakit geçiririz, yevmiyeyi doğrulturuz,’’ dye düşünürlerdi.
Bazıları kendi şiltelerinin daha fazla kilo basması için, içine su döker, ya idrar ya da demirimsi şeyler koyarlardı. Düşünmezlerdi ki, çekirge bir atlar, iki atlar, sonra kapana kısar, diye. Bir insanın ortalama ne kadar pamuk toplayacağı bilinirdi zaten. Aşırı tartan şilteler boşaltılır ve içine bakılırdı. Suçluların yüzü kas katı kesilirdi. Helal para kazanmak varken neden böyle yapılırdı acaba? Demekki bu iş tahsil meselesi, idrak işiydi.
İş bitişi herkezin şiltesi kantarla tartılır, kim kaç kilo pamuk topladı yazılır ve birim kilo ile çarpılarak hafta sonu paraları ödenirdi. Sonra da koskoca şilteler remorka konur, işçiler üzerine oturur ve Sarayköy’e varılır, evlere dağıtılırdık.
O devasa pamuk tarlalarında yeşilin beyaza karıştığı, beyazın da toprağa yansıdığı, bu beyaz altınların ellerle tek tek toplandığı günleri, onları toplayan insan siluetlerini, hep birikte yenilen boronaları, havada dolaşan insan sedalarını, biteviye gülüşmeleri, hüzünleri, sevinçleri, mutlulukları, bu yoksul insanların lokmalarını bile paylaşmalarını hala görür gibi oluyorum. ‘’İyi ki o günleri gördüm.’’ Diye çocuklar gibi seviniyorum. Artık o güzelim tarlalara eskisi kadar pamuk ekilmiyor, yeterince beyaz altın yetişmiyor, Onu ne yazık ki, alın teri dökmeden dışardan alıyoruz.
Tam bu noktada bu pamuk ürününün yetişmesini sağlayan ta Dinar’ın Karakuyu köyü’nün Hanım gölünden çıkarak şirin Sarayköy ovamızı sulayarak bütün Ege’yi baştan başa geçen, 600 küsur km sonra Söke’nin dipburun mevkiinde denize dökülen, suyundan, balığından faydalandığımız, ama şimdi de insanların bilinçsizliği, vefasızlığı ve cehaleti yüzünden can çekişen Menderes’den bahsetmeden geçemeyeceğim :
Bu güzelim pamuk tarlalarını ve Ege topraklarını baştan başa sulayan, antik adıyla Yunan’ca aslıyla Meandros, İngiliz’cesi de Meander olan Türk’çe de de değişime uğrayarak Menderes (büklüm büklüm giden, yılan kavi akan)olarak bilinen, Türkçe kökenli sanılıp, sanki anlamı çok güzelmiş gibi erkek çocuklara ad olarak konan bu güzel akarsuyumuzun son zamanlardaki durumu çok kötü. Büyük Menderes nehri artık her gün ağlıyor, çağlamıyor. Mutsuz. Bu denli önemli bir nehir olmasına rağmen yakınlarına yerleşim yerlerinin yapılmasından, fabrikaların hemen hemen çoğunun arıtma tesisi olmayışından, tarlalarda DDT ve böcek ilacı kullanılmasından dolayı şu günlerde kirlilik ile mücadele etmektedir. Eğer yetkililer bu kirlenme konusuna bir çözüm bulamazlar ise yaklaşık olarak 5 yıl içerisinde Büyük Menderes nehrinin yok olmaya yüz tutacağını düşünüyoruz. Ağlıyorum için için. Dünyanın en lezzetli sazanı, yayını, yılanbalığı için, insanlığa verdiği hizmet için. Ekolojiye verdiği katkı için. Hakkını helal et Menderes! Elveda. Helallik için. Namert insanlık! Kendi kendini yok eden insanlık! Menderes, Gediz, Küçük Menderes, diğer akarsulardan bazıları, bazı göller can çekişiyor! Bunlar bizim geçmişimiz ve geleceğimiz YOK MU KURTARAN! KENDİLERİNİ KURTARAN POLİTİKACILAR NE OLUR BUNLARI DA KURTARIN! BUNLAR BİZİM GELECEĞİMİZ! ORTADOĞU DAKİ SAVAŞLAR NE İÇİN ÇIKIYOR DERSİNİZ? BİR YUDUM SU İÇİN, DEĞİL Mİ? Her neyse…
Şu yeni nesil, onun nasıl çapalandığını, sulandığını, toplandığını, bükülüp iplik olduğunu, kumaşa dönüştüğünü görmeyecek ve bilmeyecek! Ve bu güzelim kültürü de hiç öğrenmeyecek. Ne kadar hüzün verici değil mi ? Sizlerle bu çocukluk anılarımı paylaştığım için ne kadar mutluyum bilemezsiniz. Eğer yorum yapıp kendi düşünce ve anılarınızı da benimle paylaşırsanız daha da mutlu olacağım. Mutluluklar yüzünüzden ve yuvanızdan eksik olmasın. Nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsanız hep sevgiyle kalın e mi ?
S O N
M E H M E T Ç E V İ K
‘ Sizden biri,
Tur rehberi,
Hala diri,
Tevazuyu sever,
Yoktur kibiri.’

Sarayköy sevdalısı bir usta ressamımız, Sevgili Orhan Güler dost'un bir Sarayköy görselini de konuyla ilintisi nedeniyle sizlerle paylaşmak istedik. Beğeniyle izleyeceğinizi düşünüyorum. Esenlik ve dostluk dileklerimle.