3 Ekim 2021 Pazar

SARAYKÖY: Milli Mücadelenin Sarayköylü Önderlerinden Emin Aslan Bey (Tokat)

SARAYKÖY: Milli Mücadelenin Sarayköylü Önderlerinden Emin Aslan Bey (Tokat)

Emin Aslan TOKAT (1893 - 1966) Emin Aslan Tokat Milli Mücadele tarihinin yerel önderlerinden biridir. Emin Aslan Tokat; Milli mücadele sırasında Sarayköy Heyyet-i Milliye Başkanlığı ve Aydın Cenup Cephesi Müdafai Hukuk ve Reddi İlhak Heyeti Merkeziyesi üyeliği yapmıştır. 1925 yılında Denizli Milletvekilliğine seçildi ve 1945 yılına kadar millet vekili olarak görev yaptı.

25 Ağustos 2021 Çarşamba

ZİYAFET / Nevzat Çakmak

 ZİYAFET / Nevzat Çakmak

Kıvrıla kıvrıla yol alan, sonsuzluğun simgesi bu efsane nehir; bugün tarihin önemli bir gününe tanıklık ediyordu. Kabına sığmıyor, taşkınlarıyla alüvyonlu topraklar bıraktığı bu ovaya düşman ayaklarının basmasına razı gelmiyor, yarattığı dev burgaçlarla delicesine akışı saldırganlara korku salıyordu sanki... Gökyüzünde çakır yıldızlar oynaşıyor, bulutların arasından bir görünüp bir gözden yiten dolunay bakır bir siniyi andırıyordu. Suya vuran ay ışığının pırıltısına, piyade tüfeklerinin çakmak ateşleri karışıyor; emperyalist güçlere karşı başkaldırının kurşunları düşman hedeflerini dövüyordu. Kuvâ-yı Milliye güçleri, gönüllülerle birlikte Halk Hareketi oluşturup Menderes köprüsünü canla başla savunuyorlardı. Kuvâ-yı Milliyeci kadınlarımız da cephe gerisinde boş durmamış, gecenin karanlığında boynuzlarına mum bağlanmış keçileri köprüye doğru yürütüp sayıca üstün olan düşman güçlerinin üstüne doğru salmışlardı. Düşman şaşırmış,* Menderes nehri ve köprüsü geçit vermemiş, Sarayköy’ü geçip Denizliye girememişti.

Süleyman Efe ile Halil İbrahim, müftünün çağrısıyla, eline tüfeğini alıp mevziye koşan gönüllü gruba katılmışlar, keseklerden yaptıkları siperde, omuz omuza savaşıyorlardı. Efe’nin her tetik düşürüşünde düşmana, eksik harfli, peltek dilli küfrü Halil’in gülesini getiriyordu. Halil kendini tutmaya çalışıyor, kahkahaları ısırdığı dudaklarında susturucu takılmış silahtaki mermi sesine dönüşüyordu. Gene de sempatik Denizli ağzıyla yeniden küfretmesi için onu kışkırtmaktan geri durmuyordu. Efe’nin, yedek matarasını Halil İbrahim istemeden onun sol kolunun yanına bırakıvermesi, Halil İbrahim’in, şimdi yersem susatır diye düşünüp cebinden bir türlü çıkarmadığı kuru üzümle leblebi karışımını, çıkınıyla ortaya bırakması ile karşılık bulmuş, ateş altındaki savaş arkadaşlığı dostluğa dönüşmüştü. Birbirlerine ilçe pazarının kurulduğu cumartesileri buluşma sözü vererek ayrılmışlardı zafer alanından… İple çekiyorlardı buluşma günlerini. Veysi’nin kahvesinde buluşup muhabbetin belini kıracakları günleri...

Pazar da pazardı hani! Canlı ve kalabalıktı, kum gibi insan kaynardı. Bezzazlar, çerçiler, manavlar, şerbetçiler, nalıncılar, tenekeciler, çıracılar, sülükçüler, kekik yağcılar pazar duasıyla sergilerini açar, tezgâhlar kurulur, seyyar satıcılar bağıra çağıra sokakları dolaşarak mallarını satarlardı. Çevre köylüler de sabahın köründe kimi binek hayvanlarıyla, kimi yayan yola çıkar, heybelerini öteberi ile doldururlardı. Pazarda tanışlarıyla ayaküstü konuşur, gün batmadan evlerine dönerlerdi.

Halil İbrahim, konuşurken başıyla, eliyle, koluyla konuşur, gülerken gözlerinin içi de güler; derin bakışları, köşeli çenesindeki yüzüne ayrı bir anlam katardı. Gülmeyi de güldürmeyi de çok seven, nüktedan biriydi. Malı, davarı, verimli tarlalarıyla hâli vakti yerindeydi. Hasköy’ün tam ortasındaki kavşaktaki evinin kapısı herkese açıktı. Süleyman Efe, topluca, esmer yüzlü, kara gözlü, uçları yukarı kıvrılmış kara, kaytan bıyıklı, kirli sakallıydı. Uzun boyu ile ciddi duruşunu sergilemek için göğsünü öne çıkarıp vücudunu kasardı. Yürürken aksayan sağ ayağı bu tabloyu bozsa da “efe duruşu”nu hiç bozmazdı. Cana mala zarar vermez, tek başına dağda yaşar, bir süre yaşadığı kızanlık geleneğini sürdürmeye çalışır, kendisine Efe denilmesi hoşuna giderdi. Bir oturuşta bir kuzuyu yediği söylenirdi. Halil İbrahim’in Efe’ye sözü vardı. Kuzu, keçi de boldu. Bu haftaki buluşma ziyafetle devam edecek; siper, savaş, zafer yâd edilecekti…

Halil İbrahim, Efeye,

-Efem, sen azcık bekle ben biraz öteberi alıp geliveren sonra yola çıkalım, dedi. Pazar yerine doğru yürüdü. Sebze satıcısına,

-Bizim oolan, oodan iki okka domat datıveeecen mi, dedi.

- Dattim dattim aha şuracikte. Aliveecen mi?

-Alcem de tobayi aciveecen mi?

-Accem de parami cikariveemedim bi dakka bekleyiveecen mi?

-Bekleyiveririm noolcek ki…

Efe kısmı bekletilmeye gelmezdi. Heybesini doldurup döndü kahveye.

Atlarına binip birlikte gittiler Halil İbrahim’in köyüne. İki kanatlı ana kapıdan geçilip geniş avluya açılan kapılarının bulunduğu damlardan birine bağlandı atlar. Efe yol manzaralı odanın bulunduğu eve davet edildi. Evin kapısında karşıladı onları Halil İbrahim’in güler yüzlü, kar beyaz başörtülü karısı. Nasıl da acıkmışlardı! Eli çabuk Fatmana, bir çırpıda kurdu yer sofrasını… Yemekler odanın ocağının önünde bakır kaplarda, üstü kapaklı olarak dizilmişti. Kasnak üzerindeki pırıl pırıl bakır sininin üzerinde dilimlenmiş patlıcanlar, saç ekmeği ve kaşıklar vardı. Halil İbrahim, karısına,

-Fatmana, Efe acıkmıştır, yemeği getir, dedi. Kapak açıldı, dumanı tüten tarhana çorbası kaşıklandı. Efe, savaşır gibi sallıyordu çorbaya kaşığı!

-Efe, hemen karnını doyurma, arkadaki yemekler sıralarını bekliyor daha! Fatmana, getir ikinci yemeği, dedi, ev sahibi. Kapak açıldı, Fatmana,

- Haden, buyurun yiyin gari, dedi. Kaşıklar sallandı ikinci kap tarhana çorbasına. Daha bitmeden Halil İbrahim,

-Fatmana, getir üçüncü yemeğimizi, deyip kapağı açtığında, yutkunup duran Efe, boğazını temizler gibi bastı gayarı:

-Senin verceen ziyafetin de ta …!

Efe damın kapısına varmadan yakaladı Halil İbrahim kolundan. Kısa bir çekişmeden sonra lale gibi kızarmış, kuzu çevirmesinin bulunduğu avlu ocağının önüne kurulmuş sofraya oturtmaya razı etti onu. Efe’yi tahrik edip uzun zamandır işitmediği komik küfrünü yaptırmıştı. Güçlükle tuttuğu kahkahasını patlatıverdi. Efe de ona bakarak gülmeye başladı, yeniden birbirine sarılıp kucaklaştılar. Saldırdılar kuzuya… Efe,

-Elinize sağlık kuzu iyi kızarmış. Yazık olur bu kuzuya, yalnız böyle kuru kuru boğazımdan geçmedi be bizim oolan, dedi.

Kenarda örtü altında soluyup duran binlik boğma rakı çıktı gün yüzüne. Laf lafı açtı, laf tütün tabakasını… Sohbet akşam karanlığına değin sürdü, dostlukları da ölünceye değin…

Nevzat Çakmak

*Yunanlar, boynuzlarına mum bağlanıp gece karanlığında üzerlerine sürülen keçileri asker sanıp kalabalık bir ordu ile karşı karşıya olduklarını düşünerek geri çekilmişti.

Alakarga sayı:2413

* * * * * * * * * * * * * * * * * 

Kaynak: “DÜNYADAKİ SARAYKÖYLÜLER” FACEBOOK GURUBU

https://www.facebook.com/groups/dunyadakisaraykoyluler

* * * * * * * * * * * * * * * * * 

29 Haziran 2021 Salı

Anılarla TARİŞ / Cengiz Çakır


 Anılarla TARİŞ / Cengiz Çakır

Yıl 1950. Kasaba merkezinin tek okulu olan, Sarayköy Gazi İlkokulu’nda okumaya başladım. Görkemli okul binası İstasyon Caddesi’nin sonunda, caddenin Denizli - Babadağ Şosesi ile kesiştiği köşede yer alıyordu. Birkaç sıra halinde yola paralel uzanan rayların ortasında, bir bölümü iki katlı sade bir taş yapı olan tren istasyonu. Levhada SARAYKÖY, Rakım 169 m. yazılı”. Etrafta TCDD çalışanlarının oturduğu konutlar, ambarlar, kantar, “abdesthane”, ulu çınar ağaçları ve bir çeşme var. Ray sıralarının ötesinden taş döşeli bir yol daha geçiyor. Bu yolda istasyonun güney tarafına düşen yapının alınlığında “SARAYKÖY PAMUK TARIM SATIŞ KOOPERATİFİ” yazılı. Bekçi kulübesi, kantar, genişçe bir avlu, yönetici konutları, depolar ve pamuk liflerini çekirdekten ayıran “çırçır fabrikası” var.

Halk arasında “fabrika” sözcüğünü doğru kullanabilen yok gibiydi. “Pavlıka” ya da “Faprıka” diyenler yanında kibarlaştırarak “Palike” diyenler de olurdu. Fabrikaların en eskisi kooperatife ait olan çırçır fabrikasıydı. Kasabanın merkeze yakın yerinde “Atılganların Çırçır Fabrikası” vardı. Daha sonra İstasyon binasının kuzey tarafında kalan şoseye cepheli “Dokuzun Çırçır Fabrikası” kuruldu. Sonra “Akseller İplik Fabrikası” kuruldu, içinde çırçır bölümü de vardı. Daha sonra Büyük Menderes ırmağının kıyısına “Menderes Tekstil” adıyla dokuma fabrikası kuruldu. Bu fabrika el değiştirmiş olup halen başka bir adla çalışmaktadır.

İlkokul öğrencisi olduğum dönemde kasabanın nüfusu 5 bin dolayında idi. Kayıtlara göre 2020 yılında 30 bin dolayında. 70 yılda 6 katına çıkmış. Bu sürede Türkiye’nin nüfusu da 17 milyondan 85 milyona çıkmış, yani beş kat artmış. Gerek tarım işçisi olarak, gerekse fabrika işçisi olarak çalışma olanağı bulunan kasabamızın göç alan bir yer olması doğal.

Yakın akrabalarımız dahil pek çok insan bu fabrikalarda çalışıp geçimlerini sağladılar ve pek çoğu emekli oldu. Listenin en başında babam var. Babam güçlü kuvvetli bir insandı. O gücü sayesinde bir süre Tariş Çırçır fabrikasında hamallık yaptı. Arkadaşları ile birlikte 200 kilodan ağır pamuk preselerini taşırlardı. Bir gün eve üzgün geldi:

- “Bi arkadaş preseyi düşürdü bacağını kırdı” dedi.

Ağır işte çalışan biri sakatlandığı takdirde uzun süre iş göremez. Doğal olarak geçimi zorlaşır.

Liseye gittiğim sırada babam akşam yemeğinde:

- “Cengiz, sana bi şey soracağım” dedi.

- “Buyur baba” dedim.

- “Tahmil, tahliye ne demek?”

Babacığım,

- “Tahmil, yükleme , tahliye boşaltma demek” diye cevap verdim.

Birden :

- “Vay eşşek herif !” dedi.

O sırada Aşağı Fabrika denilen Menderes Tekstil’de çalışıyordu. Fabrikanın kuruluşunda işe girmiş, sicil numarası 2 olan en kıdemli işçisiydi. İşe yeni giren birini görüp:

- “Arkadaş, sen ne iş yapıyorsun?” diye sorunca, adam “Ben tahmil tahliye işçisiyim” demiş.

Babam ne olduğunu anlamadığı halde, ne gibi bir iş yaptığını sormamış.

- “Tahmil tahliye işçisiyim deyince ben de eşşek herifi bi adam sandım, meğer o da bencileyin hamballık yapıyormuş” dedi.

Annem de kış aylarında çırçır fabrikasında çalışırdı. İki posta (vardiya) çalışılır, gece yarısı işten geldiği olurdu. Benim küçüğüm olan erkek kardeşim iktisat fakültesinde okurken Tariş Çırçır Fabrikası’nda beyaz yakalı olarak çalıştı.

Eşim benimle tanışmadan önce çırçır fabrikasında çalışmıştı. Nişanlı olduğumuz dönemde iplik fabrikasında çalışıyordu. Düğünümüzden bir hafta önce işten ayrıldı. Evlendiğimiz zaman eşimin 17 yaşını bitirmesine 2 ay vardı. Fabrikada çalışıp para kazanabilmeleri için mahkeme kararı ile eşim ve onun küçüğü olan kız kardeşinin yaşları mahkeme kararı ile ikişer yıl büyütülmüştü. Evlendiğimizde eşim 1,5 yılı sigortalı olarak geçen 3 yıllık işçiydi.

Patronlar sendikadan öcü gibi korkar, sendikaya yazılan işçiyi hemen atarlardı. Sendika sözcüğüne dili dönmeyenlerin “sanduka” dediğini çok duydum. Türkçe Sözlük’te “sanduka; mezarın üzerine konan tahta veya mermer sandık” diye tanımlanıyor.

Annem ve babam hayli ileri yaşta sigortalı işçi oldular ve zamanla emekliye ayrıldılar. Kardeşimin eşi olan gelinimiz Tariş Çırçır Fabrikasında çalışarak emekli oldu. Bahçe komşumuz Hilmi ağabey o fabrikada usta olarak çalışıyordu. Yüzlerce, hatta binlerce işçi bu fabrikalarda çalışarak emekli oldu. Bunların büyük çoğunluğu sendikal haklardan yararlanamadı. Belki ezildiler, sömürüldüler. Ama her şeyden önemlisi doydular ve neticede sosyal güvenceye kavuştular.

Babam aynı fabrikada 16 yıl boyunca asgari ücretle çalıştırılmıştı. Kendisine “Ali Ağabey” diye seslenen patronları zam yapmayı düşünmediler. Ama babam emekli olduktan yıllarca sonra, ölüm döşeğinde ağır hasta iken patronlarını kastederek:

- “Allah razı olsun şu Akseller’den” dedi.

- “Niye baba, senin bile hakkını vermediler !” dedim.

- “Onlar bu fabrikaları açmasalardı, benim gibiler emekli olup kimseye muhtaç olmadan rahat şekilde ölemezdi ” dedi. 

Bütün bu oluşumun temelinde Sarayköy Ovası’nın 1946 yılında sulamaya açılması ve pamuk tarımının gelişmesi yatmaktadır. Bizim 2,5 dekarlık bir bahçeden başka arazimiz yoktu. Ancak, tarım işçisi olarak ovada ayak basmadığımız tarla kalmamıştır. Bir dekar pamuğun üç kez çapalanması ve elle hasadı için 8 - 10 işçi gündeliği gerekir. Dört ay süre ile haftada altı gün olmak üzere yuvarlak hesap 80 gün çalışıldığını varsayalım. Her 10 dekarlık pamuk tarlasında 1 işçinin tam zamanlı çalışması gerekecektir. Pamuk hasat makinesi bir günde 500 - 600 işçi kadar pamuk toplar. İşçiler işsiz kalır. Mısır üretimi tümüyle mekanize olmuştur. Mısıra destek verilmesi işsizliği artırır.

Çırçırlama pamuklu sanayinin ilk ve en basit aşamasıdır. Bir ara dökümünü yapmış, pamuğun 26 sektörle etkileşim içinde olan bir ürün olduğunu saptamıştık. Kundaktan kefen bezine kadar, patlayıcı maddeden, paraların basıldığı kağıda kadar pek çok şey yapılır pamuktan.

Çoğunlukla el işçiliğine dayanan tarım ve tarıma dayalı sanayi, iş (istihdam) yaratmanın en kolay ve ucuz yoludur. Satılmayan ürün üretilmez. Tarım satış kooperatifleri ve onların üst örgütleri tarımsal ürünlerin satışı ve işlenmesi konusunda çok önemli hizmetler görmüşlerdir.

Tarihsel bakış açısıyla konuyu işlemeye devam edeceğiz.

* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

Cengiz Çakır – Gazete Yazarı

KAYNAK: aydinlik.com.tr

https://www.aydinlik.com.tr/haber/anilarla-taris-249099