29 Nisan 2014 Salı

BENİM GÜZEL SARAYKÖY’ÜM / MEHMET ÇEVİK


GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ HAYALİ CİHAN BEDEL
AAVAAZEYİ ŞU ALEME DAVUTGİBİ SAL
BAKİ KALAN BU KUBBEDE HOOOŞ BİR SEDA İMİŞ

# BENİM GÜZEL SARAYKÖY’ÜM #
Dalım oğul, balım kız,
Güzelim Sarayköy’üm benim,
Kaldı bağında eski yemenim,
Sıcağında bronzlaştı tenim,
Sensin benim hislerim, sevgilerim,
Senden başka yere ben memleket mi derim.
Gönlümden gitmez kederin, sevinçlerin,
İzlerin derin, başkadır senin yerin.
Ey! Sevgili beyazlara bürünmüş gelin,
İnan ki unutamam seni her gün özlerim.
Geçmişim, rüyam, masalım, hikayem,öyküm,
Köyüm, kazam, benim şirin SARAYKÖY’ÜM.

Memleket sevgisi işte böyle bir şey. Unutamazsın hemşerim yetiştiğin, büyüdüğün toprağı. Hele benim gibi yıllarca ayrı kalırsan. Birde en güzel, cennet gibi yerinde yaşamışsan çocukluğunda Leyla’ya aşık Mecnun gibi olursun. O zaman için şehrin dışında bir yerdeydi bizim evimiz ama şimdi küçük sisli , puslu, paslı bir Paris, Londra, New York banliyoları gibi olmuş sanki. Her şey bitmiş, tarumar olmuş, yeşilliğin, otların, ağaçların, o güzelim çayın yerini çirkin beton evler, böcü börtünün yerini de insanlar almış. Kim bilir kaç yıldır iniltilerle akan yaslı çayın suyu, içinde aşk ve gurbet şarkılarının en güzellerini söyleyen yeşil kurbağalar gitmiş, bunların yerine yabancılar, tanımadıklarım, bilmediklerim inorganikler gelmiş. Meyve bahçelerinin yerine baykuşlar tünemiş, leylekler artık küsmüş gelmez olmuş çarpık yapılaşmayı görünce. İnsanoğlu bu kadar mı vurdum duymaz doğa düşmanı acaba ? Neden kendi mezarını kendi kazar ? Durduk yerde azar ? Kaderini yazar?
O güzelim çay taa Gerali tarafından gelirdi. İstasyon mahallesini ikiye böler sessizce demiryolunun altından sağındaki Gazi ilkokulumuzu, solundaki Ortaokulumuzu selamlayarak geçer. Ortaokulda geceleri mütalaa ya giderken kurbağa seslerini dinler, onların vıraklamalarıyla ders yapardık. Bize Beethoven’in 8. Senfonisinden daha hoş gelirdi. Çünkü bu yerli müzikti, doğaldı, organikti. Çayın yanı sıra uzanan devasa çınar ağaçları bu güzelliğe bir başka çeşni daha katardı. Huzur içinde yürürdük gölgesinde yazın. Bir korkunç olurdu kışın onlar güçlü esen yellerin, dalların, sağanak yağmurun, dökülen yaprakların hışırtısıyla. Tek tük yoldan geçen at arabaları, odun yüklü eşekler, uzun deve kervanları bu tabloyu bir daha süslerdi. Leonardo da Vinçi’nin tabloları gibi sade, doğal ve çekiciydi yazın. Kışın ise; Van Gog’unkiler gibi hoyrat ve hırçındı sanki. Ballı bahçe sokağına geldiğinde üstünde bir köprü vardı ve orada genişler sanki küçük bir göl oluverirdi. İki kola ayrılırdı burada. Bir kolu cadde boyunca devam eder, Hükümet konağının önünden geçerek, zikzaklar çizerek Aşağı mahalleye doğru sallanıverirdi. kenarında çay ocakları, tahta köprüler üzerinde çay içen, kurtuluş savaşını ve efelerin öykülerini heyecanla anlatan, dinleyen insan manzaraları.
İşte bizim çayımız buradan sağa ayrılıp Mehmet Sezerlerin, Başaran kardeşlerin, Yavuzyılmazların evlerinin önünden geçer Adalı dokuzun evine varmadan çayın solunda bir sıra evler daha başlar ve çay buradan yeşilliklerin, bahçelerin arasından geçerek aşağıya doğru uzanırdı. Ben ona dere diyemem öbür ki gibi derinden değil, yüzeyden akardı ve ayrı bir özelliği vardı. Bizim mahalleye gitmek için ana caddeden Adalı dokuzun evinin önünden ve tahta köprüden geçmek gerekirdi. İşte güzellik ve cennet buradan itibaren başlıyordu. Sağ tarafta yemyeşil zümrüt gibi bağ ve bahçeler, uzun uzun kamışlar, toprak duvarlar, çayın solunda yine yüksekçe ve uzunca bağ ve bahçeleri takibeden yine toprak bir duvar çayın iki yanında taa Çeşmeli Niyazi’nin sokağına kadar uzar giderdi. Her şey doğaldı. Bağ ve bahçelerde her ne yetişirse organikti. İnsanlar bile. Dupduru, tertemiz, billur gibi akardı çayımız. Etrafında ağaçlar, kuşlar, kertenkeleler, rengarenk kelebekler, yılanlar, kaplumbağalar, öbeklerde köstebekler, solucanlar, suda balıklar, iribaşlar, yusufçuklar, kurbağalar ve daha yüzlerce hayvan çeşidi. Çok iyi geçinirdik onlarla. Burada bu çay olmasaydı bu güzelliklerde olmayacaktı. Yazın ağustos böceklerinin sesi, kurbağa, kuş, böcek seslerine, eşek anırmalarına, horoz ötmelerine karışır ve dünyanın en doğal ve hoş bir orkestrası oluşurdu. Halt etmişti Bremen mızıkacıları bunların yanında. Yer gök onların sesleriyle uğuldardı.
İşte bu çay boyunca yürüyünce Mehmet Sözer’lerin bahçesine gelindiğinde sağdaki irime dönülürse bizim bahçeye giderdi. Sarayköy’ün en bakımlı kabul edilen Kırımoğlu’nun bahçesi solda halamların evi, karşısında bizim ev, sağımızda diğer halamın evi. Biraz daha gidilirse Ahmet Çetin, Tekin ekmekçioğlu ve Konya’ların evleri. Arkamızda Rifat Özyurt, Hacı Nuri, Yahya korkut giller ve göz alabildiğine uzayıp giden bahçelerin sahipleri. Yer gök burada asma, şeftali, erik, kayısı, dut,incir, iğde,karaağaç ve kaygısız ağaçlarıyla doluydu.
O uzun kış ve kısa yaz gecelerinde doğanın bize bahşettiği uğultulu sesler içinde İsmail amcanın evine Moskova’nın Sesi Radyosunu, Bizim Radyoyu, Yurttan Sesleri, Ocak Başını, Arkası Yarını dinlemeye giderdik. Uyuyuncaya kadar dinler, mest olur, kendimizden geçerdik. Moskova Radyosu komünizm propagandası yapar, ateşli söylevler, şiirler okurdu. Doğu Almanya dan yayın yapan Bizim Radyo spikeri ise; ‘Ben jip tekerinin içindeyim, beni aramayın bulamazsınız.’ Derdi ve o gün Türkiye de ne olmuş bitmiş söylerdi. Biz çok şaşırırdık. Çünkü iletişimin çök kötü olduğu bir devirdi o devir. Hele ‘Arkası Yarın’ programına bayılır, yarını iple çekerdik. Görsel olmadığı için gözlerimiz de yorulmazdı. Hayal gücümüzü kullanır, hayal dünyamızı kurardık. Ah ne mutluluktu o bir bilseniz. Yurttan Sesler ve Ocak Başı programları yurdun dört köşesinden el değmemiş türkülerle başlardı. Nida Tüfekçi, Muzaffer Sarısözen, Şemsi Yastıman, Hacer Buluş, Nezahat Bayram, Nureddin Çamlıdağ ve daha yüzlercesi bizleri mutlu etmek için birbirleriyle yarışırlardı. Birgün bitmek, diğer gün de başlamak bilmezdi. Günü doya doya yaşardık biz. Mutluluklar vardı, her gün bize bahardı, hüzünler gider, sevinçler bizi sarardı, bu da bize çok yarardı, sevgiye sevgi katardı.
Ara sıra bizim daracık yoldan eşek ya da katırla karcılar geçerdi. Kar satardı bunlar. Zavallı hayvan keçeler içine sarılmış karı bütün gün üzerinde taşır, yorulur, ama dişi eşek gördüler mi uzun uzun anırmaktan da geri kalmazlardı ve hemen arkasından sahibinden bir küfür ve ilaveten bir tekme yer ve susarlardı zavallı hayvanlar. Biz hayvanın acısını sahibinden şöyle çıkarırdık, ‘Gaaacııı, buz gibi garım vaaaa!’ diye her bağırdığında, biz de hep bir ağızdan, ‘Gaarcııı, garın güzel miii’ diye bağırırdık. Ama o bizden geri kalmazdı. ‘Anang gibiiii, anang gibiiiiii’ diye bizi yanıtlardı. Bu bile bizi mutlu eder, kahkahalarla güler, başka bir günün mutluluğunu yaşamaya hazırlanırdık büyük bir zevk içinde. Keder, üzüntü bilmezdik ki zaten. Yudum yudum içerdik mutluluğu. Küçücük şeyler bizi mutlu etmeye yeterdi. Şimdi kocaman, devasa şeyler bile bizi mutlu etmiyor artık. Çünkü içinde karşılıklı ve paylaşılan sevgi yok, saygı yok, insan unsuru yok, gerçeklilik yok, sahtecilik çok, ikiyüzlülük çok !!
Ara sıra bizim daracık yoldan ayı oynatıcılar da geçerdi. Bunlar hepten Romandı. Ayıyı küçükken sıcak sac üstünde terbiye eder ve oyun oynamayı öğretirlerdi. Sonra burnundan bir zincir geçirirler ve ellerinde bir sopa ile ayıya istediklerini yaptırırlardı. Önce çaldıkları bir tef ile insanları toplarlar, sonra ayıyı iki ayağı üzerine kaldırırlar, o zamanın geçerli türkülerini; mesela ‘O fasulye iki buçuk lira, hem oynasın, hem kaynasın, yandan Sülüman yandan severim seni candan.’ Diye. Kocaman 250 kiloluk ayı ayağa kalkar insan gibi, ellerini iki yana açarak hantal vücuduyla şahane oynardı. Ağzımızın suyu akar, kendimizden geçerdik. Sahibi, ‘Hadi kocoğlan, karılar nasıl un eler, hamur yoğurur, Hamamdaki karılar nasıl oynar, yap bakalım.’ Der demez ayı aynısını yapardı. Eğer yapmak istemezse homurdanırdı. Sahibi sopayı gösteriverdiği zaman hemen yine başlardı tef eşliğinde. Bazen bellerini, sırtlarını ayıya çiğnetmek isteyenler olurdu. Yere yatarlar ve ayı üzerlerine çıkar, yavaş çiğnerdi. Eğer ayı kızgınsa fazla basar ya da hafif pençelerini geçirir adam altında bağırıverirse, ayı sopayı yer yemez uslanıverirdi. Gösterinin bitiminde sahibi tefi ayının ellerine sıkıştırır ve bizzat paraları o toplardı. Vermeyen olursa homurdanır, onlar da korkudan biraz bozuk para atardı. Bu bizim tarihsel bir eğlencemiz ve geleneğimizdi. Tıpkı İspanyolların boğa güreşleri gibi. Ama bizimki insancıldı, ayıyla insanın kaynaşmasıydı. Biz ayıya iyi bakar, yaşatır ve insanların gözü önünde öldürmezdik. Onlarsa her türlü barbarlığı yaparak vahşice gözler önünde boğayı öldürüyorlar. AMA, gelin görün ki, o zaman bunu bilen Avrupa Birliği denen Hristiyan Klübü bize bunu yasak etti. Bizim de o zaman ki kraldan fazla kralcı iş bilmez politikacılar ayıları ve oynatıcıları ortadan kaldırıverdiler. İspanyollar ve Latin Amerikalılar, ‘Bu bizim ata sporumuzdur, hiçbir zaman vazgeçemeyiz.’ Diye diktirince, A.B denilen çifte standartlı Hristiyan Kulübü onlara hala hiçbir yaptırım uygulayamadı. Her neyse. Bu ayılar ve torunları şimdi nerde diye merak ediyorsanız onu da söyleyeyim. Devlet onları ülkenin dört bucağından toplayıp Bursa dan Uludağ a çıkan yol üzerinde orman içinde bir yer hazırlayıp oraya koydu. Ben İngilizlerle çalıştığım yıllarda rehberlik yaparken tam orada durur ve turistlere ayıların fotoğraflarını çekmelerini söylerdim. Bu esnada bazı ayılar ayağa kalkıp poz verirler ve bize iyice yaklaşırlardı. Ben de bunu fırsat bilip turistlere şöyle derdim, ‘Bakın bakın ! bu ayı beni tanıdı !’ Onlarda, ‘Nereden?’ deyince, ‘Çünkü bu ayı benim memleketimden yani Denizli den toplatıldı. ‘Hemşerimdir, beni iyi tanır’ deyip yukarıda ki anlattıklarımı anlatır, asıl barbar ve çifte standartlıların kendilerinin olduğunu söyleyerek taşı gediğine koyardım. Elbette ki anlarlar ve yere bakarlardı. Keşki bizi idare edenler de benim yaptığımın yarısını yapsaydı ne olurdu?
Evet biz o zamanlar yaşlımız, çocuğumuz, çoluğumuz hepimiz mutluyduk. Çünkü sevgiyi, mutluluğu paylaşmasını bilirdik. An’anevi ve tarihi değerlerimize sıkı sıkıya bağlıydık. Kısacası, hepimiz birimiz, birimiz hepimiz içindik. Şu yozlaşmış, kokuşmuş, organik olmayan insan topluluklarının sanal dünyasında değil ama, insanlığın ve karşılıklı anlamaların ve anlaşmaların olduğu gerçek bir dünyada yaşıyorduk. Şimdi lütfen kendi kendinize sorabilir misiniz ; İnsanlık ve uygarlık nedir ? Diye…..
M E H M E T Ç E V İ K
‘"Hala diri, İçinizden biri,
Gezilerin piri, Turist Rehberi,
Yazı yazar çok seri, 
Henüz değil Bir kemik, bir deri
Bu ülkenin bir eri."’

28 Nisan 2014 Pazartesi

1950'LERİN SARAYKÖYÜNDE EFE MEYDANI ÇEVRESİNE DAİR DOST PAYLAŞIMLAR

1950'LERİN SARAYKÖYÜNDE 
EFE MEYDANI ÇEVRESİ
Sevgili Süreyya Doğan kardeşimizin Facebooktaki “DÜNYADAKİ SARAYKÖYLÜLER” gurubunda paylaştığı fotoğraf; bir dönemin Sarayköyüne ve de özellikle anlatılan bölgeye ait yaşanılanları ve anıları da gözler önüne sermektedir. 
Bu fotoğraf, adı geçen gurupta en çok ilgi ve paylaşım sağlayan fotoğraflardan olmuştur. Özellikle de Sevgili İbrahim Helvacı ağabeyimizin anlatımları adeta tarihimize not düşer mahiyettedir. Kaybolmasın istedim. 
İleriki zamanda değişik amaçlı araştırmalara katkı sağlayabilecek böyle değerli bilgilerin kayıt altına alınması gerektiği inancıyla dostlarlada paylaşmak istedim. Keyifle okunacağı inanıyor, esenlikler diliyorum. Dost selamlarımla.
***************
Esma Ipek:
Resim koyunca rica etsem yazarmısınız neresi oldugunu çıkaramıyorum :))
***************
Süreyya Doğan:
Burası efe meydanından tarım krediye doğru giden yol bildiğim kadarıyla,Tam karşıdaki bina rahmetli Rahmi Kirazın berber dükkanının olduğu yer.
***************
Süreyya Doğan:
Sağdaki boşluk olan yerde tarım kredinin olduğu yer.
***************
Esma Ipek:
Cok tsk süreyya simdi bildim...
***************
Uğur Bıçak:
Taşi topragı altın guzel saraykoyum tabıkı ohalı
***************
İbrahim Helvacı:
Süreyya'nın yazdıklarına ek olarak bu fotoğraf hakkında hatırladıklarım şöyle:
- 24 Mayıs Caddesinin yerleşime açıldığı 1950'lerin ortalarına ait bir fotoğraf olduğunu sanıyorum,
- Fotoğrafın sağ başında iki penceresi ile alaturka kiremitli tavanı görünen bina BULDANLIOĞULLARININ KONAĞI idi. Şimdi orada ERSAN KÜLAH'ın apartmanı var.
- Onun hemen solundaki ağaçların olduğu yerden konağın arka bahçesine geçilir. O arka bahçeye, Sarayköy Askerlik Şubesi Başkanı iken 1961 veya 1962 yılında emekli olarak Sarayköy'e yerleşen YARBAY CEVDET İNSEL yazlık EFE SİNEMASI açtı.
- Buldanlıoğullarının konağından sonra gördüğümüz üç ayrı tavan ise "MOLLAVELİLERİN KAHVESİ" diye bilinen ve (soldan sağa doğru, sırayla) HÜSEYİN ÖZSOY, SITKI ÖZSOY VE DOĞAN ÖZSOY tarafından işletilen kahvehanelerdi.
- Alt, sol köşesinde RAHMİ KİRAZın berber dükkanının bulunduğu sağ ötedeki iki katlı bina "BULDANLI RIZA" diye tanınan RIZA ÇELEBİ'ye aittir. Rahmi Kiraz'ın dükkanının üstündeki dairede ECZACI NAZMİ İPLİKÇİ, diğer dairede ise TURGUT ÇELEBİ otururdu.
- Soldaki ikinci dükkanda ALİ GÜVENİR berberlik yapardı.
- Solda bir kısmı inşa halinde görünen tek katlı dükkanlardan sonra gelen arka cephesini gördüğümüz iki katlı bina HASAN VE AHMET FENLİ'lerin evlerinin bulunduğu binadır. Halen yerinde durmakta olan bu binadan SPOR GEÇİDİ Sokağı boyunca ATATÜRK CADDESİNE doğru giderken önce YAZLIK ADA SİNEMASI BAHÇESİ, sonra da KIŞLIK ADA SİNEMASI BİNASI yer alır. Bakış açısı itibarıyla bu fotoğrafta ADA SİNEMASI BİNASI görünmemektedir.
- FENLİ'lerin evinden hemen sonra, köşedeki iki penceresini ve çatıdaki bacalarını gördüğümüz iki katlı bina da ABDULLAH GÜLTEKİN'e aittir. Bu bina da halen yerinde durmakta...
Ebediyete göç etmiş büyüklerimize rahmet diliyorum.
***************
Musa Fenli:
İbrahim abi bizleri aydinlatiyorsun tesekkurler
***************
İbrahim Helvacı:
Fotoğrafta birşey daha dikkatimi çekti:
O yıllarda EFE MEYDANINDAKİ AĞALAR CAMİİ şimdiki yerine nazaran caddeye çok daha yakındı. Cami ile cadde arasında camiyi yaptıran BULDANLIOĞULLRI 'na ait üç-beş mezar vardı. AĞALAR CAMİİ'nin yıkılıp bugünkü yerinde yenisi inşa edilmeden çok önce bu mezarlar kaldırılarak Sarayköy Mezarlığına nakledildi.
Mollavelilerin Kahvehanelerinin çatısında gördüğümüz gölge, o yıllarda caddenin hemen yakınında yer alan caminin minaresine aittir. Bu fotoğrafın minarenin şerefesinden çekildiği anlaşılıyor...
***************
Melahat Tiras:
Bu yoldan her gün gazi okuluna giderdik hey gidi günler heyyy
Melahat Tiras:
Yıl 1966 1967 arası idi
***************
Esma Ipek:
Bu kadar güzelmi anlatilir ya ibrahim abicim cok tsk
***************
Esma Ipek:
Sanirim bu resim 55 sene öncesinin resmi olmasi gerekiyor
***************
Himmet Fenli:
- Solda bir kısmı inşa halinde görünen tek katlı dükkanlardan sonra gelen arka cephesini gördüğümüz iki katlı bina FENLİ'lere aittir. Halen yerinde durmakta olan bu binanın arka bahçesi de yazlık ADA SİNEMASI idi.
***************
Himmet Fenli:
Bu çatı bizim sinemaya ait değil İbrahim Ağabey.Orası Süleyman Kapancıların bahçesindeki ve halen orada olan binanın resmidir.Saygılarımla...
***************
İbrahim Helvacı:
Teşekkürler Himmet. Yukarıdaki ilk paylaşımımın sondan ikinci paragrafını yeniden düzenledim. Spor Geçidi Sokağının sonundaki FENLİ'lerin evlerinin bulunduğu binanın yeri hakkında hafızamda kalan diğer detayları da aşağıda belirtmeye çalıştım.
- ATATÜRK CADDESİ ile SPOR GEÇİDİ Sokağının kesiştiği köşenin sol başında ADA SİNEMASI BİNASI, sağ başında da EMİN ASLAN TOKAT KONAĞI vardı (şimdi yok). EMİN ASLAN Bey'in mülkü zaman içinde KAPANCILAR'a 'a geçmiş olabilir.
- Bakış açısı nedeniyle, ADA SİNEMASI BİNASI da EMİN ASLAN TOKAT KONAĞI da bu fotoğrafta görünmüyor. O nedenle söz konusu çatının sinema binasına ait olmadığını biliyorum.
- Sinema binasının arka tarafında yazlık sinema olarak kullanılan bahçenin sonunda HASAN FENLİ ve AHMET FENLİ ağabeylerimizin evlerinin olduğu iki katlı bina var. Fotoğrafta solda gördüğümüz ilk iki katlı binanın FENLİLER'in evlerinin bulunduğu bina; kiremitli çatının da o binanın çatısı olduğunu düşündüm.
- SPOR GEÇİDİ Sokağının sol tarafında (sırasıyla) KIŞLIK ADA SİNEMASI BİNASI, YAZLIK SİNEMA BAHÇESİ ve FENLİ'lerin iki katlı evi var; Spor Geçidi Sokak orada bitiyor. Sokağın bittiği köşenin sağ tarafında OSMAN YAVUZYILMAZ'IN evi vardı (şimdi yok).
- O köşeden ELEKTRİK GEÇİDİ Sokağa (veya BULDAN CADDESİ'ne) doğru sola dönünce de devam eden FENLİ'lerin evinin hemen bitişiğinde yüksek bir bina daha var. O bina 1954-1955 yılında SARAY SİNEMASI olarak inşa edildi. Sahipleri de ABDULLAH GÜLTEKİN ile NECİP MUTÇALI idi.
- SARAY SİNEMASI Binasının alt katları dükkan-depo, üst katı kışlık sinema, teras çatısı da yazlık sinema olarak kullanılıyordu. Yani o binanın üstünde, fotoğrafta gördüğümüz gibi bir kiremit örtülü çatı yoktu. Sonradan burası SEYHAN SİNEMASI ve TEKEL BİNASI olarak da kullanıldı. Şu anda sanıyorum mülkiyeti ALİ GÜLTEKİN'e ait.
- FENLİ'lerin evi ile eski SARAY SİNEMASI Binası arasında başka bir bina olduğunu bilmiyorum. Eğer varsa, solda arka cephesini ve kiremitli çatısını gördüğümüz ilk yüksek bina o binadır.
Selam ve sevgiler...
***************
Himmet Fenli:
"OSMAN YAVUZYILMAZ'IN evi vardı (şimdi yok)."" cümleniz doğrudur.Ama onunla sırt sırta olan ve halen ayakta olan bir bina daha var. Bu çatı şuanda Kapancıların bu arsasının içindeki binanın çatısı .Ya da ben yanılıyorum.
***************
İbrahim Helvacı:
Merhaba Himmet. Spor Geçidi Caddesinde Osman Yavuzyılmaz'ın binasına bitişik olan bir bina Abdullah Gültekin'in halen mevcut bulunan binasına paralel değil dik konumda olur. Fotoğraftaki üzerinde konuştuğumuz bina ise Abdullah Gültekin'in evinin bulunduğu sokağın karşı tarafında ve ona paralel konumda. Ayrıca, o tarihte Osman Yavuzyılmaz'ın evinin bitişiğinde böyle yeni yapılmış gibi duran muntazam bir kargir bina da yoktu. Orada Sarayköy Nüfus Müdürü Galip Özünlü'nün oturduğu daha eski yüzlü bir bina vardı.

24 Nisan 2014 Perşembe

1960 LI YILLARIN SARAYKÖY ÇARŞI VE PAZARI / MEHMET ÇEVİK


GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ HAYALİ 
CİHAN BEDEL
AVAZEYİ ŞU ALEME DAVUT GİBİ SAL,
BAKİ KALAN BU KUBBEDE 
HOŞ BİR SEDA İMİŞ

# 60 LI YILLARIN SARAYKÖY ÇARŞI VE
PAZARI #

Dalım oğul, balım kız,
Sizlere bu kez de 1960ların ünlü,
zengin ve renkli Sarayköy
çarşısını, daha doğrusu cumartesi
pazarlarını anlatacağım. 
Çarşımızda ne yoktu ki; dondurmacılar, sucular, şerbetçiler, profesyonel
yankesiciler, üçkağıtçılar, nanayağcılar, dürbüncüler, destancılar, şarkı sözü satanlar, elek-kalbur satan romanlar, şapkasıyla güreşen Uyanıklı Aliler, sirk çadırları ve özel tiyatrolar.

Bütün hafta çalışır cumartesinin
gelmesini dört gözle beklerdik.
Haftalığımızı alır, filinta gibi
giyinir çarşıya inerdik. Köfteci
İsmail de karnımızı tıka basa
doyurduktan sonra 5 kr verip bir
güzel tartılırdık. Ne kadar fazla
gelirsek o kadar sevinirdik. 

Eski Belediyenin önünde dondurmacılar sırayla dizilmiş müşteri beklerdi. Bağırış çağırışları taaa uzaklardan  duyulurdu.  

"Dondurmam gaymaak, gelinim oynaak." 
"Baylar, bayanlar, merdivandan gayanlar." 
"Gaymaak dondurmaam, mini mini
hanımlara , sevdalı beylere
parasını almadan doldurmam." 

Diye hem kendi eksenleri etrafında
dönerek oynarlar, hem de nazik bir
şekilde dondurma satarlardı.
Şimdiki gibi makine yapımı değildi
onlar. Bir fıçının içinde buz ve
tuz, onun içinde de bol sütlü
dondurma vardı. Onu 360 derece
devamlı döndürür, kendileri de
dönerdi. Gerçekten bu iş göbek de
eritirdi. Bizim Fikri bazen
buzhanede çalışır, bazen de
dondurmacıya yardım ederdi. Beni
görür görmez, "Memedime iyi soğuk
yerinden verin." derdi, sanki
sıcağı da varmış gibi. 

Gazoz da satardı dondurmacılar. "Aaabeem bide gazoz içiveee gaari, 32 dişine keman çaldırmazsa para almam!"
Gazozları normal açmazlardı.
Marangoz bıçkısı, ya da testere ile
alttan hızla vurarak açarlardı. 
"gümmm, paaat" diye muazzam ses
çıkarırdı. Bir keresinde kapağı
Sivri Mustabeying oğlu Hacı
Hasanıng gözüne geldi de 3 gün
dünyasını göremedi zavallıcık.

Dalım oğul, balım kız,
Sucular ellerinde çıngıraklarıyla
dolaşır aynı bardak dan herkeze su
satarlardı. "Şimdiki gibi naylon
bardaklar mı vardı ki." Bardağı 5
kr suya gel abee, suyaaa! "Buldan
baştatlı, Horsunlu suyu!" diye
bağırarak. Günahları boynuna ama,
çoğu halis Sarayköy çeşme suyuydu.
Nerden gidip getireceklerdi ki ?
Buldan 17, Horsunlu 40 km uzakta.
Sucuların hiç bitmeyen çıngırakları
akşama kadar sürerdi.

Şerbetçiler daha renkliydi.
Buldanlı bir şerbetçi extra şişman
Memedaa vardı. Koskoca gümüşi bir güğümü sırtına yüklerek bağlar  "şeebeet, içivee Memeet." Diye bütün gün bağırırdı elindeki bardakları birbirine vurarak. 
Bir gün "Sen benim adımı nerden biliyorsun?" dedim. Ukalaaca, " Ben bilirin" dedi. "Adıng Memed olduğu içün, bu sefer sene bedafe. Baak, gelcek hafteye 10 kaymengi alırın haaa!" dedi.

Dalım oğul, balım kız,
O yılların yankesicileri bile profesyoneldi. Az paraya tenezzül bile etmezlerdi. Cüzdan kat kat ve bir de fiyakalı olacaktı. Bunlar Sarayköy dışından gelirlerdi. İyi organizeydiler. Şimdikiler gibi az buçuk şeye rağbet etmezler, deveyi hamuduyla götürürlerdi. Yakalandıkları zaman da ser verip sır vermezlerdi. Polis Kuzudan iyi sopa yerlerdi. Ama ağlayıp sızlayana parasını geri verirlerdi. Atıverirlerdi gizlice. 

Çarşının kalabalık köşesine kurulmuş üçkağıtçılar da üç yüzük altında tek bilya saklar ve "bulgareyii, al pareyii." Derlerdi. Yenilmeye başladıklarında da hemen adamı kovarlardı.

Gelelim nanayağcılaraaa. Bunlar mis, esans satarlardı. Karakedi, ıtır, sabırtaşı, gözyaşı, zambak, yedi kardeş kanı, karafatma, gül ve daha neler. İsimlerini bir çırpıda sayar, en pahalısı ve kalitelisinden birkaç mg enjeksiyona doldurur " Dünyanıng malı düngyaada galır, hayvanlar goglaşa goglaşa, insanlar gonuşa gonuşa angleşiii aaakıdeşş." Fıs, fıs, fıs, diyerek üzerine fışkırtır. Satın almak istediğin zaman da en ucuzundan küçücük bir şişeye birkaç damla doldurarak seni ayakta uyutur.

Dürbüncüler ise; çarşının girişine yayılır ilk gelenleri avlamak için. Bu alet gerçek bir dürbün değildi. İçindeki küçücük filmleri büyüterek gösteren bir sinematek aletiydi. Biz dürbün derdik. Meşhuuur bir Arap hoca vardı dostumuz. İşte o, bu işi yapardı. Bir gece bizde kalır, etrafına toplanırdık. Meddah gibi bize komik hikayeler anlatır saatlerce güldürürdü. Yollarını dört gözle beklerdik. Bugün bile haala anlattıkları capcanlı belleğimdedir. Ertesi sabah babama, "Ramazan rahat ettim. Al şu iki buçuk lirayı." Diyerek hoşnutluğunu belirtir, üzerinde İnönü nün tek resmi olan parayı verirdi. Bundan dolayı biz sinemateki izlediğimizde para vermezdik. İçindeki filmleri ezberden tek tek sayardı. " Bak vatandaş görüyorsung cıbıldakcıbıldak garılaarı, üsdüne bi şey keymiş, onun da yok yarılaarı." Aslında hiç çıplak değildi bunlar ama, onun ki reklamdı. Bizim Hüseyin göreceğim diye küçük dilini yutar, heyecanla bakardı. Arap hoca devamla, " Megge, Medina, İslambol, filler, gergedanlar, aslanlar,sırtlanlar, gelyollar,gidyollar." Deyip sonuna doğru gelirken " Tırrr tırsızzz olursa 10 kr, tırrrr tırrrlı olursaa 15 kr " der ve olanca sesiyle, "tıırrrrrrrrrrr!" diye bağırır ve kelaynaklar gibi çırpınırdı. 10 kr luk şey saniyede otomatikman 15 kr oluverirdi. 
Bunun yanı sıra yüzükler, bilezikler, Atatürk ve arkadaşlarının siyah-beyaz posterlerini satardı. Çok istisnai bir insandı o.

Dalım oğul, balım kız,
Bizim destancılarımız vardı. Bunlar ülke çapında geçmiş acı ve tatlı olayları şiire dökerek yazılmış kağıtları yanık sesleriyle ahenkli bir şekilde okuyarak insanları hem duygulandırır hem de güldürürlerdi. Üzerinde fiyatı değil de hediyesi 25 kr yazardı. İyi ki bazı sayfaları saklamışım. Size bunlardan bir tatlı, bir de acı bir olayı örnek vereyim : 
Örneğin; Erzincan depremini anlatan bir destan.
"Erzincan duman oldu,
Halimiz yaman oldu,
Yarimi kaybedeli,
Bir hayli zaman oldu."

Diğerine örnek ise ;

"Mini etek çıkacak,
Gençler ona bakacak,
Evlenmeyin bekarlar,
Naylon kızlar çıkacak."

Destanlar son derece lirik, öğretici ve manidardı. Aslında onda anlatılan halkdı, bizlerdik. Fakir, zengin ve ülke sorunlarıydı. 

Televizyon nedir bilmezdik. Radyo da varlıklı evlerde vardı ama, mutluluk diz boyuydu. Önce insan, sonra para gelirdi şimdikinin tam aksine. Bugün, aynı binada yaşayıp da katlardaki komşusunun adını sanını bilmeyen, öldüğünü bile duymayan çoook "Et beyinli muşmulalar," selam vermemek için yolunu değiştiren sözüm ona " Angut kuşları." Var. Kahrolası, batasıca Batı, para ve Milli değerlerden hızla uzaklaşmamız bizi bu durumlara düşürdü.

Şarkı sözü satanlar da birkaç yapraktan ibaret olan kağıtları yere sermiş yanık sesleriyle Nuri Sesigüzel, Muzaffer Akgün, Nezahat Bayram, Ülkü Beşgül, Muazzez Türing, Turhan Karabulut, Zeki Müren, Saime Sanay, Hamiyyet Yüceses, Hafız Burhan ve daha adlarını zikredemediğim yüzlerce sanatcının eserlerini söylerler. Ayrıca hediyesi (!?) elli kr a satarlardı.
"Halimeyi samanlıkta bastılar,
Şalvarını güldalına astılar,
Düğmeleri teker teker kestiler,
Aman Halimem, canım Halimem."

Bir de Sesigüzelden ;
"Sular akar arkın arkın,
Felek döndürmüyor çarkın,
Bu dünyada evim barkım,
Vardır diyen yalan söyler."

Dalım oğul, balım kız, İşte o günler böyleydi. Gelecek satırlarda buluşmak üzere Allaha ısmarladık.

MEHMET ÇEVİK
Uluslararası Tur Rehberi