29 Nisan 2014 Salı

BENİM GÜZEL SARAYKÖY’ÜM / MEHMET ÇEVİK


GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ HAYALİ CİHAN BEDEL
AAVAAZEYİ ŞU ALEME DAVUTGİBİ SAL
BAKİ KALAN BU KUBBEDE HOOOŞ BİR SEDA İMİŞ

# BENİM GÜZEL SARAYKÖY’ÜM #
Dalım oğul, balım kız,
Güzelim Sarayköy’üm benim,
Kaldı bağında eski yemenim,
Sıcağında bronzlaştı tenim,
Sensin benim hislerim, sevgilerim,
Senden başka yere ben memleket mi derim.
Gönlümden gitmez kederin, sevinçlerin,
İzlerin derin, başkadır senin yerin.
Ey! Sevgili beyazlara bürünmüş gelin,
İnan ki unutamam seni her gün özlerim.
Geçmişim, rüyam, masalım, hikayem,öyküm,
Köyüm, kazam, benim şirin SARAYKÖY’ÜM.

Memleket sevgisi işte böyle bir şey. Unutamazsın hemşerim yetiştiğin, büyüdüğün toprağı. Hele benim gibi yıllarca ayrı kalırsan. Birde en güzel, cennet gibi yerinde yaşamışsan çocukluğunda Leyla’ya aşık Mecnun gibi olursun. O zaman için şehrin dışında bir yerdeydi bizim evimiz ama şimdi küçük sisli , puslu, paslı bir Paris, Londra, New York banliyoları gibi olmuş sanki. Her şey bitmiş, tarumar olmuş, yeşilliğin, otların, ağaçların, o güzelim çayın yerini çirkin beton evler, böcü börtünün yerini de insanlar almış. Kim bilir kaç yıldır iniltilerle akan yaslı çayın suyu, içinde aşk ve gurbet şarkılarının en güzellerini söyleyen yeşil kurbağalar gitmiş, bunların yerine yabancılar, tanımadıklarım, bilmediklerim inorganikler gelmiş. Meyve bahçelerinin yerine baykuşlar tünemiş, leylekler artık küsmüş gelmez olmuş çarpık yapılaşmayı görünce. İnsanoğlu bu kadar mı vurdum duymaz doğa düşmanı acaba ? Neden kendi mezarını kendi kazar ? Durduk yerde azar ? Kaderini yazar?
O güzelim çay taa Gerali tarafından gelirdi. İstasyon mahallesini ikiye böler sessizce demiryolunun altından sağındaki Gazi ilkokulumuzu, solundaki Ortaokulumuzu selamlayarak geçer. Ortaokulda geceleri mütalaa ya giderken kurbağa seslerini dinler, onların vıraklamalarıyla ders yapardık. Bize Beethoven’in 8. Senfonisinden daha hoş gelirdi. Çünkü bu yerli müzikti, doğaldı, organikti. Çayın yanı sıra uzanan devasa çınar ağaçları bu güzelliğe bir başka çeşni daha katardı. Huzur içinde yürürdük gölgesinde yazın. Bir korkunç olurdu kışın onlar güçlü esen yellerin, dalların, sağanak yağmurun, dökülen yaprakların hışırtısıyla. Tek tük yoldan geçen at arabaları, odun yüklü eşekler, uzun deve kervanları bu tabloyu bir daha süslerdi. Leonardo da Vinçi’nin tabloları gibi sade, doğal ve çekiciydi yazın. Kışın ise; Van Gog’unkiler gibi hoyrat ve hırçındı sanki. Ballı bahçe sokağına geldiğinde üstünde bir köprü vardı ve orada genişler sanki küçük bir göl oluverirdi. İki kola ayrılırdı burada. Bir kolu cadde boyunca devam eder, Hükümet konağının önünden geçerek, zikzaklar çizerek Aşağı mahalleye doğru sallanıverirdi. kenarında çay ocakları, tahta köprüler üzerinde çay içen, kurtuluş savaşını ve efelerin öykülerini heyecanla anlatan, dinleyen insan manzaraları.
İşte bizim çayımız buradan sağa ayrılıp Mehmet Sezerlerin, Başaran kardeşlerin, Yavuzyılmazların evlerinin önünden geçer Adalı dokuzun evine varmadan çayın solunda bir sıra evler daha başlar ve çay buradan yeşilliklerin, bahçelerin arasından geçerek aşağıya doğru uzanırdı. Ben ona dere diyemem öbür ki gibi derinden değil, yüzeyden akardı ve ayrı bir özelliği vardı. Bizim mahalleye gitmek için ana caddeden Adalı dokuzun evinin önünden ve tahta köprüden geçmek gerekirdi. İşte güzellik ve cennet buradan itibaren başlıyordu. Sağ tarafta yemyeşil zümrüt gibi bağ ve bahçeler, uzun uzun kamışlar, toprak duvarlar, çayın solunda yine yüksekçe ve uzunca bağ ve bahçeleri takibeden yine toprak bir duvar çayın iki yanında taa Çeşmeli Niyazi’nin sokağına kadar uzar giderdi. Her şey doğaldı. Bağ ve bahçelerde her ne yetişirse organikti. İnsanlar bile. Dupduru, tertemiz, billur gibi akardı çayımız. Etrafında ağaçlar, kuşlar, kertenkeleler, rengarenk kelebekler, yılanlar, kaplumbağalar, öbeklerde köstebekler, solucanlar, suda balıklar, iribaşlar, yusufçuklar, kurbağalar ve daha yüzlerce hayvan çeşidi. Çok iyi geçinirdik onlarla. Burada bu çay olmasaydı bu güzelliklerde olmayacaktı. Yazın ağustos böceklerinin sesi, kurbağa, kuş, böcek seslerine, eşek anırmalarına, horoz ötmelerine karışır ve dünyanın en doğal ve hoş bir orkestrası oluşurdu. Halt etmişti Bremen mızıkacıları bunların yanında. Yer gök onların sesleriyle uğuldardı.
İşte bu çay boyunca yürüyünce Mehmet Sözer’lerin bahçesine gelindiğinde sağdaki irime dönülürse bizim bahçeye giderdi. Sarayköy’ün en bakımlı kabul edilen Kırımoğlu’nun bahçesi solda halamların evi, karşısında bizim ev, sağımızda diğer halamın evi. Biraz daha gidilirse Ahmet Çetin, Tekin ekmekçioğlu ve Konya’ların evleri. Arkamızda Rifat Özyurt, Hacı Nuri, Yahya korkut giller ve göz alabildiğine uzayıp giden bahçelerin sahipleri. Yer gök burada asma, şeftali, erik, kayısı, dut,incir, iğde,karaağaç ve kaygısız ağaçlarıyla doluydu.
O uzun kış ve kısa yaz gecelerinde doğanın bize bahşettiği uğultulu sesler içinde İsmail amcanın evine Moskova’nın Sesi Radyosunu, Bizim Radyoyu, Yurttan Sesleri, Ocak Başını, Arkası Yarını dinlemeye giderdik. Uyuyuncaya kadar dinler, mest olur, kendimizden geçerdik. Moskova Radyosu komünizm propagandası yapar, ateşli söylevler, şiirler okurdu. Doğu Almanya dan yayın yapan Bizim Radyo spikeri ise; ‘Ben jip tekerinin içindeyim, beni aramayın bulamazsınız.’ Derdi ve o gün Türkiye de ne olmuş bitmiş söylerdi. Biz çok şaşırırdık. Çünkü iletişimin çök kötü olduğu bir devirdi o devir. Hele ‘Arkası Yarın’ programına bayılır, yarını iple çekerdik. Görsel olmadığı için gözlerimiz de yorulmazdı. Hayal gücümüzü kullanır, hayal dünyamızı kurardık. Ah ne mutluluktu o bir bilseniz. Yurttan Sesler ve Ocak Başı programları yurdun dört köşesinden el değmemiş türkülerle başlardı. Nida Tüfekçi, Muzaffer Sarısözen, Şemsi Yastıman, Hacer Buluş, Nezahat Bayram, Nureddin Çamlıdağ ve daha yüzlercesi bizleri mutlu etmek için birbirleriyle yarışırlardı. Birgün bitmek, diğer gün de başlamak bilmezdi. Günü doya doya yaşardık biz. Mutluluklar vardı, her gün bize bahardı, hüzünler gider, sevinçler bizi sarardı, bu da bize çok yarardı, sevgiye sevgi katardı.
Ara sıra bizim daracık yoldan eşek ya da katırla karcılar geçerdi. Kar satardı bunlar. Zavallı hayvan keçeler içine sarılmış karı bütün gün üzerinde taşır, yorulur, ama dişi eşek gördüler mi uzun uzun anırmaktan da geri kalmazlardı ve hemen arkasından sahibinden bir küfür ve ilaveten bir tekme yer ve susarlardı zavallı hayvanlar. Biz hayvanın acısını sahibinden şöyle çıkarırdık, ‘Gaaacııı, buz gibi garım vaaaa!’ diye her bağırdığında, biz de hep bir ağızdan, ‘Gaarcııı, garın güzel miii’ diye bağırırdık. Ama o bizden geri kalmazdı. ‘Anang gibiiii, anang gibiiiiii’ diye bizi yanıtlardı. Bu bile bizi mutlu eder, kahkahalarla güler, başka bir günün mutluluğunu yaşamaya hazırlanırdık büyük bir zevk içinde. Keder, üzüntü bilmezdik ki zaten. Yudum yudum içerdik mutluluğu. Küçücük şeyler bizi mutlu etmeye yeterdi. Şimdi kocaman, devasa şeyler bile bizi mutlu etmiyor artık. Çünkü içinde karşılıklı ve paylaşılan sevgi yok, saygı yok, insan unsuru yok, gerçeklilik yok, sahtecilik çok, ikiyüzlülük çok !!
Ara sıra bizim daracık yoldan ayı oynatıcılar da geçerdi. Bunlar hepten Romandı. Ayıyı küçükken sıcak sac üstünde terbiye eder ve oyun oynamayı öğretirlerdi. Sonra burnundan bir zincir geçirirler ve ellerinde bir sopa ile ayıya istediklerini yaptırırlardı. Önce çaldıkları bir tef ile insanları toplarlar, sonra ayıyı iki ayağı üzerine kaldırırlar, o zamanın geçerli türkülerini; mesela ‘O fasulye iki buçuk lira, hem oynasın, hem kaynasın, yandan Sülüman yandan severim seni candan.’ Diye. Kocaman 250 kiloluk ayı ayağa kalkar insan gibi, ellerini iki yana açarak hantal vücuduyla şahane oynardı. Ağzımızın suyu akar, kendimizden geçerdik. Sahibi, ‘Hadi kocoğlan, karılar nasıl un eler, hamur yoğurur, Hamamdaki karılar nasıl oynar, yap bakalım.’ Der demez ayı aynısını yapardı. Eğer yapmak istemezse homurdanırdı. Sahibi sopayı gösteriverdiği zaman hemen yine başlardı tef eşliğinde. Bazen bellerini, sırtlarını ayıya çiğnetmek isteyenler olurdu. Yere yatarlar ve ayı üzerlerine çıkar, yavaş çiğnerdi. Eğer ayı kızgınsa fazla basar ya da hafif pençelerini geçirir adam altında bağırıverirse, ayı sopayı yer yemez uslanıverirdi. Gösterinin bitiminde sahibi tefi ayının ellerine sıkıştırır ve bizzat paraları o toplardı. Vermeyen olursa homurdanır, onlar da korkudan biraz bozuk para atardı. Bu bizim tarihsel bir eğlencemiz ve geleneğimizdi. Tıpkı İspanyolların boğa güreşleri gibi. Ama bizimki insancıldı, ayıyla insanın kaynaşmasıydı. Biz ayıya iyi bakar, yaşatır ve insanların gözü önünde öldürmezdik. Onlarsa her türlü barbarlığı yaparak vahşice gözler önünde boğayı öldürüyorlar. AMA, gelin görün ki, o zaman bunu bilen Avrupa Birliği denen Hristiyan Klübü bize bunu yasak etti. Bizim de o zaman ki kraldan fazla kralcı iş bilmez politikacılar ayıları ve oynatıcıları ortadan kaldırıverdiler. İspanyollar ve Latin Amerikalılar, ‘Bu bizim ata sporumuzdur, hiçbir zaman vazgeçemeyiz.’ Diye diktirince, A.B denilen çifte standartlı Hristiyan Kulübü onlara hala hiçbir yaptırım uygulayamadı. Her neyse. Bu ayılar ve torunları şimdi nerde diye merak ediyorsanız onu da söyleyeyim. Devlet onları ülkenin dört bucağından toplayıp Bursa dan Uludağ a çıkan yol üzerinde orman içinde bir yer hazırlayıp oraya koydu. Ben İngilizlerle çalıştığım yıllarda rehberlik yaparken tam orada durur ve turistlere ayıların fotoğraflarını çekmelerini söylerdim. Bu esnada bazı ayılar ayağa kalkıp poz verirler ve bize iyice yaklaşırlardı. Ben de bunu fırsat bilip turistlere şöyle derdim, ‘Bakın bakın ! bu ayı beni tanıdı !’ Onlarda, ‘Nereden?’ deyince, ‘Çünkü bu ayı benim memleketimden yani Denizli den toplatıldı. ‘Hemşerimdir, beni iyi tanır’ deyip yukarıda ki anlattıklarımı anlatır, asıl barbar ve çifte standartlıların kendilerinin olduğunu söyleyerek taşı gediğine koyardım. Elbette ki anlarlar ve yere bakarlardı. Keşki bizi idare edenler de benim yaptığımın yarısını yapsaydı ne olurdu?
Evet biz o zamanlar yaşlımız, çocuğumuz, çoluğumuz hepimiz mutluyduk. Çünkü sevgiyi, mutluluğu paylaşmasını bilirdik. An’anevi ve tarihi değerlerimize sıkı sıkıya bağlıydık. Kısacası, hepimiz birimiz, birimiz hepimiz içindik. Şu yozlaşmış, kokuşmuş, organik olmayan insan topluluklarının sanal dünyasında değil ama, insanlığın ve karşılıklı anlamaların ve anlaşmaların olduğu gerçek bir dünyada yaşıyorduk. Şimdi lütfen kendi kendinize sorabilir misiniz ; İnsanlık ve uygarlık nedir ? Diye…..
M E H M E T Ç E V İ K
‘"Hala diri, İçinizden biri,
Gezilerin piri, Turist Rehberi,
Yazı yazar çok seri, 
Henüz değil Bir kemik, bir deri
Bu ülkenin bir eri."’

Hiç yorum yok: