11 Temmuz 2014 Cuma

SARAYKÖY’DE TARLA EDEBİYATI / Hasan Kallimci


SARAYKÖY’DE TARLA EDEBİYATI / Hasan Kallimci

Büyük Menderes nehri, Afyon sınırları içinde doğup Aydın’a doğru akıp giderken Denizli’den geçer. Sarayköy ovasını, bu ovadaki pamuk tarlalarını da sular.
Pamuk çiftçiliği zor iştir. Tarlanın ekim işine hazırlanması, tohumun ekilmesi, pamuğun üç-dört kat çapalanarak büyütülmesi, ilaçlanması, birkaç defa sulanması, ürünün toplanması ve satılması… Sabır, alın teri, sonra uygun iklim ister. Emeğin karşılığı alınarak yüzlerin gülmesi için de uygun pazar gereklidir.
Şimdilerde pamuk çiftçiliği, elli yıl öncesine göre çok kolaylaştı. Tohum serpme usulü ile ekilirdi toprağa. Serpme usulüyle yetişen pamuk bitkileri karışık çıktığı için çapasını yapmak da zor olur, vakit alırdı. Traktör geldi, traktörle birlikte hem toprağı sürmek kolaylaştı hem de tohum, diziler şeklinde ekilmeye başlandı. Dizi pamuk, çapa yapma işini de çok kolaylaştırdı, çok… Traktörün arkasına takılarak toprağı işleyen, tohumun ekilmesinden çapasına kadar her bir işi yapan çeşit çeşit makine de geldi. Hatta pamuk toplama makinesi bile tarlalarımızda görülmeye başlandı. Pamuk işçisi gibi çiftçi de artık eskisi gibi yorulmuyor.
Sarayköy’de yaşayıp da pamuk tarlasına gitmemiş, çapa sallamamış, pamuk toplamamış kişi yoktur. Kişi kâh güneşte kavrulur günlerce, kâh sağanak yaz yağmurlarında sırılsıklam ıslanır. Bazı günlerde, ekim-kasım aylarının serinliğinde, üzerlerine çiğ düşmüş pamuk yapraklarının verdiği üşümelerde titrer.
Çocukluk yıllarım, gençliğe doğru yürüdüğüm zamanlar… Evin bütçesine katkıda bulunmak için anam tarlada, ben de kardeşimle birlikte yanında olurduk. Henüz çapa yapamayacak yaşlarda iken tarlanın kenarında, karaağaçların gölgesinde oynaşırdık. Karaağaç dallarına çıkar, türküler söyleyerek çapa işçilerine çok konser verirdim. Bileklerimiz çapa yapabilecek kuvveti bulduğunda ameleye dâhil oldum.
Sabahın serinliğinde, uykulara doyamamış gözlerle tatar arabalarına yerleşirdik. Tatar arabalarına bizde “taş arabası” adı verilmişti. Traktörün tek tük göründüğü o yıllarda taş arabaları çiftçinin en büyük yardımcısıydı. Amele taşımak, pamuğu tarladan eve götürmek hep taş arabaları ile yapılırdı. Dört tahta tekerin dördü de demir şeritle kaplı, takur tukur yol alan, kalın tahtalardan yapılmış bu arabayı bir çift beygir çekerdi. İki santim yüksekliğindeki bir taşın üstünden geçerken sarsılır, üç santimlik çukura girip çıksa yine sarsılırdı. Ev ile tarla arasındaki birkaç kilometrelik yolda, o bitip tükenmeyen sarsıntılarda insanın içi dışına çıkacak gibi olurdu. Akşamdan törpülenerek yüzleri keskinleştirilmiş ve saplarının madenî kısımları taşıyan bölümleri suda ıslatılarak kabartılmış çapalar, içi su dolu testi, yanlarında ekmek çıkınları ile ameleler taş arabalarda yerlerini alırlardı. Her amele grubunun yanında bir de darbuka bulunurdu, tarladaki sıkıntılı anlarda çalıp söylemek, eğlenmek, oynamak, yorgunluğu atmak için…
Mahallede hayat gün doğmadan başlardı. Nal sesleri, araba tıkırtıları, motor gürültüleri; çiftçilerin önceden söz vermiş komşularını çağırışlar: “Hadi gari, geliverin!” Üstlüklü peştamallı kadınlar, geniş ve uzun etek giymiş kızlar arabalara doluşurlar. Haydi tarlaya!...
Sabah yedi buçuk sularında ameleler tarlaya varmış olurlar. Ekmek çıkınları ile su dolu testi, bir ağacın gölgesine bırakılır. Bir gün evvelki yorgunluktan eser kalmamıştır. Bir taze güne başlamanın, altı lira daha kazanmanın heyecanı yaşanmaktadır. Saat dokuza kadar çapa yapılır. Sonra yarım saatlik bir molada çıkınlar açılır, karınlar, “kuşluk yemeğinde” doyurulur; saat 13.00’e kadar sürecek tempolu bir çalışmanın nefeslenmesi yapılır. Saat 13.00’te Büyük Menderes kenarındaki dokuma fabrikasının borusu öttüğünde iki saatlik bir istirahatı daha hak ettiğini anlayan kadınlar-kızlar, gölgeye, toprağın üzerine atarlar kendilerini. Bir buçuk saatlik uyku için, toprak, o yorgunluktaki kişiye kuş tüyü bir yataktan daha yumuşak gelir. Uykudan sonra ortaya serilen çıkınların çevresinde toplanılarak yenen yemek ve çapanın sapını yeniden tutarak 17.30’a kadar devam edecek yeni bir çalışma… Yine arabalara doluşarak geriye, eve, bir altı lira daha kazanmış olmanın mutluluğu ile dönüş…
Altı lira yevmiye, çiftçiye çok, ameleye az gelir. Çapacıya çok ihtiyaç olduğu zamanlarda yevmiyenin yedi liraya çıktığı da duyulurdu. Böyle zamanlarda kadınlar, daha fazla kazanmak için yanlarında 10-11 yaşlarındaki çocuklarını da götürürlerdi tarlaya; onlar da akşama kadar pamuk çapalar, para kazanırlardı. İnsana ihtiyaç var ya, çiftçi ses çıkarmazdı çocuklara.
Çiftçi, amelenin altı günlük ücretini Cumartesi sabahı ev ev dolaşarak dağıtırdı. Cumartesi günleri para dağıtılmasının sebebi, ilçede o gün pazar kurulmasındandı. Parayı alan aileler hem yiyecek alır hem de seyyar tuhafiyecilerden ve zücaciyecilerden ev ve çeyiz ihtiyaçlarını temin ederlerdi. Alışverişlerde geçen haftadan kalan borç varsa verilir, yeni alınanların ücreti de borç hanesine yazdırılırdı.
Çiftçiler, Çınarlı Kahve’de toplanmışlardı bir seferinde, hatırlıyorum. “Kadınlar çapayı çoluk çocuğun maskarası ettiler. Yevmiyeyi altı liradan verelim.” diye kararlaştırmışlar. Yevmiyeleri yedi liradan almayı bekleyen komşular, altı liradan hesap görülünce çok kızdılar, çok ilendiler1 fakat ertesi gün yine gittiler çapaya, altı liralar kazanmak için.
Bir tarlada pamuk çapalayan işçi grubuna “baharna” denir. Pamuk bitkisini çapalama işi, “çapa yapmak” şeklinde ifade edilir. Çapa yapanlar, tarlanın bir başında yan yana durarak işe başlarlar. “Enere durmak”tır bu. O sıralanış ile tarlanın öteki başına kadar pamuğun çapalanarak gidilmesi “enere çıkmak”tır. Pamuk bitkisinin dibindeki toprak havalandırılır; fidenin dibi taze toprakla doldurulur. Topalak, kanyaşı gibi bitkiler kökünden sökülür. İyi bir çapacı, pamuk çapasını bu şekilde yapar.
Bazı açıkgözler vardır ki “on dört çapası” yaparlar. “On dört”, “onu da ört” ifadesinin kısaltılmışıdır. Pamuk fidanının çevresindeki toprağı temizlemek, yeni toprak çekerek beslemek, otları temizlemek zor iştir. Kolayı, öteden, çapa ile toprak çekerek otun üstünü örtüvermektir. Böyle hileli çapa yapanın arkasından bakıldığında, otlar örtüldüğü için iyi çapa yapılmış gibi görünür fakat iki gün sonra o örtülü otlar, kuruyan toprağı iteleyip gün ışığına çıktıklarında hile ortaya çıkar.
Tarla kıyıları diğer taraflara nazaran çok otludur, her bir çapacı o yana durup çapa yapmak istemez. Amele topluluğu çapa yapmak için enere durduğunda, tarla kenarlarından tarafa “göcer” denir. O kenar çok otlu olduğundan, göcerde çapa yapan kişi arkadaşlarından geride kalır. Diğerleri ona takılırlar:

“Ener dolaştı,
Göcer b.ka bulaştı!”

Mayıs ve haziran ayları, pamuk çapasının yapıldığı aylardır. Güneş inadına yakar, sıcak çekilmez olur. Gölgeye bırakılmış testilerdeki sular ılır. Çapacı ne yapsın? Susuzluğunu o ılık su ile gidermeye, serinlemeye çalışır.
Sıcaktan bunalan iki kadın, ağrıyan belleriyle ayakta durmakta zorlanırlar. Bu sebeple uzun çapa saplarını baston yaparak dayanırlar ve karşılıklı olarak şu kısa söyleşiyi yaparlar:

-Ocağa ne koydun?
-Börülce.
-Altına ne soktun?
-Hılız.
-Üf de yansın!
-Üf, üf! Es Haydar es! Kızımı sana vereceğim.

Gülüşmeler vücutları değil amma yorgun gönülleri biraz olsun serinletir. Yine sıcağın bunalttığı bir zamanda, bir başka kadın, serinliğe hasretini şöyle dile getirir:

-Estir Allah’ım, estir!
Gençlere Gandi’den fistan kestir,
Koca karıları arığın içine bastır.

Yaşı biraz ilerlemiş olanlar homurdanır, gençler gülüşürler. Bu serinlik arzusunu dile getiren iki söyleyişteki, “Haydar” kavramı ile “Gandi’den fistan kestirme” ifadesi üzerinde durmaya değer. Haydar, Hz. Ali’ye verilen ad olup, yaşanan sıkıntı anında ondan medet umulmaktadır. 1950’li yıllarda, “gandi fistan” moda olmuştur. İpek ve naylon karışımı bu kumaş, bilhassa varlıklı bayanların düğün ve derneklerdeki giyimlerinde kullanılmıştır.
Ya karıncalar... Ekmek çıkınlarının içine, yemek çanaklarına üşüşürler, ekmeklerin içine girerler. Ayıklamaya çalışanlara; “Boş ver!” der çapacılar; “Karınca ne yapacak insana? Çapacı kısmı bir araba toz, elli yüz tane karınca yutar.” Karıncalar ayıklanır, gözden kaçırılanlar yiyecekler arasında midelere indirilir. Karınca elemiş kumbalını, bir kadının terli yazmasından süzmesini seyretmiş, tarla sahibinin gönderdiği kar ile karıştırarak yapılan “kar helvası”nı yemiştik bir gün.
Sıcaktan ter su gibi akmaktadır. Beller ağrımıştır. İki üç ener çıktıktan sonra mola verilir. Amelede, “Dinlenmek, işlemenin kardeşidir.” anlayışı vardır. Tarla kenarına gurup hâline oturulur. “Otururken, “Bir soluyuverelim!” denir. Ortaya darbuka çıkarılır. O kısacık istirahat anında, biri çalar, birkaçı oynar. Birlikte şarkılar, türküler söylenir. Dedikodular yapılır. Fitneci kadınlar, sırları ortaya sererler, ortalık kızıştırırlar. Taklitler yapılarak ortaoyunları oynanır. 1940’lı yılların bir sevdasını dile getiren bir mani hatırlanır:

Evleri var aralı,
Gömleği var saralı.
Hacı Bey Oğlu şöyle dursun,
Hasan Çullu paralı.

Tarlaya giden amele gurubuna “baharna” adı verilir. Her baharnada sesi güzel kadınlar, kızlar vardır. O türküler, ne kadar da güzel gelir o yorgunlukta…

“Kara kaş gözlerin elmas,
Bu güzellik sende de kalmaz…”

veya;

“Söğüdün yaprağı dal arasında,
Güzeli severler bağ arasında…”

Bitişik iki tarlada çapa yapan iki baharnadan birinden diğerine mani ile çatılır:

“Aşağı mahallede dibek var,
Koca Osman’da göbek var.
Pampurların2 göcer kolunda
Beş kudurmuş köpek var.”

Maninin karşılığını yine mani ile vermek gerekir. Netice gülüşmeleri getirir, gülüşmeler de dinlendirici olur. Bir muzip kadın, baharnadaki kızlardan birine mani söyleyerek takılır:

“Alnımda pulum,
Vallahi dulum.
Amanın dostlar
Şu kıza bir koca bulun!”

Bir başka kadın, konuştukları için geride kalan kızlara, “tembelsiniz” anlamında şöyle seslenir:

“Kız, sizi alan neylesin?
Şeyi kurum bağlasın.
Çıksın dağlar başına,
Dövüne dövüne ağlasın.”

Kızlar utanırlar, kıkırdaşırlar. Yorgunluğun had safhaya vardığı, amelenin çapalarına dayanarak şöyle bir dinleniverdiği zamanlarda yine manilere sarılır çapacılar. Bir kadın diğerine mani ile seslenir:

“Deniz dibi ak balık,
Okkalıktır okkalık.
Ana beni evlendir,
Yeter artık bekârlık.”

Diğer kadın, karşılık olarak “deniz” kelimesi ile başlayan bir mani söylemek zorundadır. Aksi hâlde yenilmiş sayılır. Çoğu zaman bulunur da…

“Deniz dibi muşamba,
Hacılar gider Şam’a.
Ne giydirsem yakışır
Ela gözlü paşama.”

O yıllarda bir kız kaçırılma olayı yaşanmıştı. Bu olay, çapa tarlalarında günlerce konuşuldu, birkaç tane mani yakıldı. Ben o manileri3 çapa tarlalarında, kadınlardan dinledim.

“Kabak aşı pişti mi?
Zeynep buradan geçti mi?
Zeynep hanımı sorarsan
Ahmet beyle kaçtı mı?

Hasır altı yamalıdır,
Zeynep Hanımı kim alır?
Alırsa Ahmet alır,
Almazsa kapıda kalır.

Kabaktandır aşları,
Zeynep Hanım başları.
Hiç ileri gitmiyor
Ahmet Bey’in işleri.

Sac üstünde bezirme,4
Ahmet kafa gezdirme.
Zeynep Hanım pek nazik,
Sıcaklarda gezdirme.”

Aradan yıllar geçti. Çocukluk ve gençlik yıllarımın çapa tarlalarındaki hatıraları geride kaldı. Şimdilerde ameleler tarlaya daha erken saatlerde götürülüyormuş. Öğle istirahatı yapılmadan saat 13.00’e kadar çalışılıyormuş. Öğle uykusu yok, karınca elemiş yemeklerin ısıtılıp yenmesi yok. Darbuka, oyun ve maniler var mı bilmiyorum. Bunlar yoksa çapa yapmanın da tadı yoktur herhâlde…5

1İlenmek: Beddua etmek.

2Pampurlar: Sarayköy Aşağı Mahallede ikamet eden bir ailenin lakabı.

3Bu manilerdeki adlar değiştirilmiştir.

4Bezirme: Kalın açılarak pişirilen yufka, bazlama (Denizli / Sarayköy ağzı).

5Sarayköy’de Tarla Edebiyatı, Hasan KALLİMCİ, Geçmişten Günümüze Denizli dergisi, sayı 7, Temmuz Ağustos Eylül 2005, Denizli)
Yazarın notu: Bu yazı; (Altı Lira İçin, araştırma yazısı, Ak dergisi 8. 9. ve 10. sayılar, Aralık 1966, Ocak-Şubat 1967 Nazilli) yazının yeniden işlenmiş şeklidir.
* * * * * * * * *
Kaynak: Sarayköy Yazıları, Sarayköy Belediyesi Kültür Yayınları, No:2, Sarayköy – Denizli

Sarayköy sevdalısı bir usta ressamımız, Sevgili Orhan Güler dost'un bir Sarayköy görselini de konuyla ilintisi nedeniyle sizlerle paylaşmak istedik. Beğeniyle izleyeceğinizi düşünüyorum. Esenlik ve dostluk dileklerimle.

Hiç yorum yok: