19 Şubat 2022 Cumartesi

Sarayköyde Pamuk Tarlalarından öykü tadında söylemler - 2 / Hasan Kallimci

Sıcaktan ter su gibi akmaktadır. Beller ağrımıştır. İki üç ener çıktıktan sonra mola verilir. Amelede, “Dinlenmek, işlemenin kardeşidir.” anlayışı vardır. 
Tarla kenarına gurup hâline oturulur. “Otururken, “Bir soluyuverelim!” denir. 

Ortaya darbuka çıkarılır. O kısacık istirahat anında, biri çalar, birkaçı oynar. Birlikte şarkılar, türküler söylenir. Dedikodular yapılır. Fitneci kadınlar, sırları ortaya sererler, ortalık kızıştırırlar. Taklitler yapılarak ortaoyunları oynanır. 
1940’lı yılların bir sevdasını dile getiren bir mani hatırlanır:

Evleri var aralı,
Gömleği var saralı.
Hacı Bey Oğlu şöyle dursun,
Hasan Çullu paralı.


Tarlaya giden amele gurubuna “baharna” adı verilir. Her baharnada sesi güzel kadınlar, kızlar vardır. O türküler, ne kadar da güzel gelir o yorgunlukta…

“Kara kaş gözlerin elmas,
Bu güzellik sende de kalmaz…”


veya;

“Söğüdün yaprağı dal arasında,
Güzeli severler bağ arasında…”


Bitişik iki tarlada çapa yapan iki baharnadan birinden diğerine mani ile çatılır:

“Aşağı mahallede dibek var,
Koca Osman’da göbek var.
Pampurların göcer kolunda
Beş kudurmuş köpek var.”


Maninin karşılığını yine mani ile vermek gerekir. Netice gülüşmeleri getirir, gülüşmeler de dinlendirici olur. Bir muzip kadın, baharnadaki kızlardan birine mani söyleyerek takılır:

“Alnımda pulum,
Vallahi dulum.
Amanın dostlar
Şu kıza bir koca bulun!”


Bir başka kadın, konuştukları için geride kalan kızlara, 
“tembelsiniz” anlamında şöyle seslenir:

“Kız, sizi alan neylesin?
Şeyi kurum bağlasın.
Çıksın dağlar başına,
Dövüne dövüne ağlasın.”


Kızlar utanırlar, kıkırdaşırlar. Yorgunluğun had safhaya vardığı, amelenin çapalarına dayanarak şöyle bir dinleniverdiği zamanlarda yine manilere sarılır çapacılar. Bir kadın diğerine mani ile seslenir:

“Deniz dibi ak balık,
Okkalıktır okkalık.
Ana beni evlendir,
Yeter artık bekârlık.”


Diğer kadın, karşılık olarak “deniz” kelimesi ile başlayan bir mani söylemek zorundadır. Aksi hâlde yenilmiş sayılır. Çoğu zaman bulunur da…

“Deniz dibi muşamba,
Hacılar gider Şam’a.
Ne giydirsem yakışır
Ela gözlü paşama.”


O yıllarda bir kız kaçırılma olayı yaşanmıştı. Bu olay, çapa tarlalarında günlerce konuşuldu, birkaç tane mani yakıldı. Ben o manileri çapa tarlalarında, kadınlardan dinledim.

“Kabak aşı pişti mi?
Zeynep buradan geçti mi?
Zeynep hanımı sorarsan
Ahmet beyle kaçtı mı?


Hasır altı yamalıdır,
Zeynep Hanımı kim alır?
Alırsa Ahmet alır,
Almazsa kapıda kalır.


Kabaktandır aşları,
Zeynep Hanım başları.
Hiç ileri gitmiyor
Ahmet Bey’in işleri.

Sac üstünde bezirme,
Ahmet kafa gezdirme.
Zeynep Hanım pek nazik,
Sıcaklarda gezdirme.”


Aradan yıllar geçti. Çocukluk ve gençlik yıllarımın çapa tarlalarındaki hatıraları geride kaldı. Şimdilerde ameleler tarlaya daha erken saatlerde götürülüyormuş. Öğle istirahatı yapılmadan saat 13.00’e kadar çalışılıyormuş. Öğle uykusu yok, karınca elemiş yemeklerin ısıtılıp yenmesi yok. Darbuka, oyun ve maniler var mı bilmiyorum. 
Bunlar yoksa çapa yapmanın da tadı yoktur herhâlde…

Sarayköyde Pamuk Tarlalarından öykü tadında söylemler - 1 / Hasan Kallimci

Sabahın serinliğinde, uykulara doyamamış gözlerle tatar arabalarına yerleşirdik. Tatar arabalarına bizde “taş arabası” adı verilmişti. 
Traktörün tek tük göründüğü o yıllarda taş arabaları çiftçinin en büyük yardımcısıydı. 

Amele taşımak, pamuğu tarladan eve götürmek hep taş arabaları ile yapılırdı. Dört tahta tekerin dördü de demir şeritle kaplı, takur tukur yol alan, kalın tahtalardan yapılmış bu arabayı bir çift beygir çekerdi. İki santim yüksekliğindeki bir taşın üstünden geçerken sarsılır, üç santimlik çukura girip çıksa yine sarsılırdı. 

Ev ile tarla arasındaki birkaç kilometrelik yolda, o bitip tükenmeyen sarsıntılarda insanın içi dışına çıkacak gibi olurdu. 

Akşamdan törpülenerek yüzleri keskinleştirilmiş ve saplarının madenî kısımları taşıyan bölümleri suda ıslatılarak kabartılmış çapalar, içi su dolu testi, yanlarında ekmek çıkınları ile ameleler taş arabalarda yerlerini alırlardı. 

Her amele grubunun yanında bir de darbuka bulunurdu, tarladaki sıkıntılı anlarda çalıp söylemek, eğlenmek, oynamak, yorgunluğu atmak için…

Mahallede hayat gün doğmadan başlardı. Nal sesleri, araba tıkırtıları, motor gürültüleri; çiftçilerin önceden söz vermiş komşularını çağırışlar: 

“Hadi gari, geliverin!” Üstlüklü peştamallı kadınlar, geniş ve uzun etek giymiş kızlar arabalara doluşurlar. Haydi tarlaya!...
Sabah yedi buçuk sularında ameleler tarlaya varmış olurlar. 

Ekmek çıkınları ile su dolu testi, bir ağacın gölgesine bırakılır. Bir gün evvelki yorgunluktan eser kalmamıştır. Bir taze güne başlamanın, altı lira daha kazanmanın heyecanı yaşanmaktadır. 

Saat dokuza kadar çapa yapılır. Sonra yarım saatlik bir molada çıkınlar açılır, karınlar, “kuşluk yemeğinde” doyurulur; saat 13.00’e kadar sürecek tempolu bir çalışmanın nefeslenmesi yapılır. Saat 13.00’te Büyük Menderes kenarındaki dokuma fabrikasının borusu öttüğünde iki saatlik bir istirahatı daha hak ettiğini anlayan kadınlar-kızlar, gölgeye, toprağın üzerine atarlar kendilerini. 

Bir buçuk saatlik uyku için, toprak, o yorgunluktaki kişiye kuş tüyü bir yataktan daha yumuşak gelir. Uykudan sonra ortaya serilen çıkınların çevresinde toplanılarak yenen yemek ve çapanın sapını yeniden tutarak 17.30’a kadar devam edecek yeni bir çalışma… 

Yine arabalara doluşarak geriye, eve, bir altı lira daha kazanmış olmanın mutluluğu ile dönüş…

Altı lira yevmiye, çiftçiye çok, ameleye az gelir. Çapacıya çok ihtiyaç olduğu zamanlarda yevmiyenin yedi liraya çıktığı da duyulurdu. Böyle zamanlarda kadınlar, daha fazla kazanmak için yanlarında 10-11 yaşlarındaki çocuklarını da götürürlerdi tarlaya; onlar da akşama kadar pamuk çapalar, para kazanırlardı. İnsana ihtiyaç var ya, çiftçi ses çıkarmazdı çocuklara.

Çiftçi, amelenin altı günlük ücretini Cumartesi sabahı ev ev dolaşarak dağıtırdı. Cumartesi günleri para dağıtılmasının sebebi, ilçede o gün pazar kurulmasındandı. 

Parayı alan aileler hem yiyecek alır hem de seyyar tuhafiyecilerden ve zücaciyecilerden ev ve çeyiz ihtiyaçlarını temin ederlerdi. Alışverişlerde geçen haftadan kalan borç varsa verilir, yeni alınanların ücreti de borç hanesine yazdırılırdı.

Çiftçiler, Çınarlı Kahve’de toplanmışlardı bir seferinde, hatırlıyorum. “Kadınlar çapayı çoluk çocuğun maskarası ettiler. Yevmiyeyi altı liradan verelim.” diye kararlaştırmışlar. Yevmiyeleri yedi liradan almayı bekleyen komşular, altı liradan hesap görülünce çok kızdılar, çok ilendiler1 fakat ertesi gün yine gittiler çapaya, altı liralar kazanmak için.

Bir tarlada pamuk çapalayan işçi grubuna “baharna” denir. Pamuk bitkisini çapalama işi, “çapa yapmak” şeklinde ifade edilir. Çapa yapanlar, tarlanın bir başında yan yana durarak işe başlarlar. “Enere durmak”tır bu. O sıralanış ile tarlanın öteki başına kadar pamuğun çapalanarak gidilmesi “enere çıkmak”tır. 

Pamuk bitkisinin dibindeki toprak havalandırılır; fidenin dibi taze toprakla doldurulur. Topalak, kanyaşı gibi bitkiler kökünden sökülür. İyi bir çapacı, pamuk çapasını bu şekilde yapar.

Bazı açıkgözler vardır ki “on dört çapası” yaparlar. “On dört”, “onu da ört” ifadesinin kısaltılmışıdır. Pamuk fidanının çevresindeki toprağı temizlemek, yeni toprak çekerek beslemek, otları temizlemek zor iştir. Kolayı, öteden, çapa ile toprak çekerek otun üstünü örtüvermektir. Böyle hileli çapa yapanın arkasından bakıldığında, otlar örtüldüğü için iyi çapa yapılmış gibi görünür fakat iki gün sonra o örtülü otlar, kuruyan toprağı iteleyip gün ışığına çıktıklarında hile ortaya çıkar.
Tarla kıyıları diğer taraflara nazaran çok otludur, her bir çapacı o yana durup çapa yapmak istemez. 

Amele topluluğu çapa yapmak için enere durduğunda, tarla kenarlarından tarafa “göcer” denir. O kenar çok otlu olduğundan, göcerde çapa yapan kişi arkadaşlarından geride kalır. Diğerleri ona takılırlar:

“Ener dolaştı,
Göcer b.ka bulaştı!”

Mayıs ve haziran ayları, pamuk çapasının yapıldığı aylardır. Güneş inadına yakar, sıcak çekilmez olur. Gölgeye bırakılmış testilerdeki sular ılır. 
Çapacı ne yapsın? Susuzluğunu o ılık su ile gidermeye, serinlemeye çalışır.
Sıcaktan bunalan iki kadın, ağrıyan belleriyle ayakta durmakta zorlanırlar. Bu sebeple uzun çapa saplarını baston yaparak dayanırlar ve karşılıklı olarak şu kısa söyleşiyi yaparlar:

-Ocağa ne koydun?
-Börülce.
-Altına ne soktun?
-Hılız.
-Üf de yansın!
-Üf, üf! Es Haydar es! Kızımı sana vereceğim.

Gülüşmeler vücutları değil amma yorgun gönülleri biraz olsun serinletir. Yine sıcağın bunalttığı bir zamanda, bir başka kadın, serinliğe hasretini şöyle dile getirir:

-Estir Allah’ım, estir!
Gençlere Gandi’den fistan kestir,
Koca karıları arığın içine bastır.

Yaşı biraz ilerlemiş olanlar homurdanır, gençler gülüşürler. 

Bu serinlik arzusunu dile getiren iki söyleyişteki, “Haydar” kavramı ile “Gandi’den fistan kestirme” ifadesi üzerinde durmaya değer. 

Haydar, Hz. Ali’ye verilen ad olup, yaşanan sıkıntı anında ondan medet umulmaktadır. 1950’li yıllarda, “gandi fistan” moda olmuştur. İpek ve naylon karışımı bu kumaş, bilhassa varlıklı bayanların düğün ve derneklerdeki giyimlerinde kullanılmıştır.

15 Şubat 2022 Salı

1960' LI YILLARIN SARAYKÖYÜNDEN ÖYKÜ TADINDA PAYLAŞIMLAR / MEHMET ÇEVİK - 5

1960' LI YILLARIN SARAYKÖYÜNDE ÇARŞI – PAZAR (DESTANGILAR-ŞARKI SÖZÜ SATICILAR) / MEHMET ÇEVİK– 5

Dalım oğul, balım kız,
Bizim destancılarımız vardı. Bunlar ülke çapında geçmiş acı ve tatlı olayları şiire dökerek yazılmış kağıtları yanık sesleriyle ahenkli bir şekilde okuyarak insanları hem duygulandırır hem de güldürürlerdi. Üzerinde fiyatı değil de hediyesi 25 kr yazardı. İyi ki bazı sayfaları saklamışım. Size bunlardan bir tatlı, bir de acı bir olayı örnek vereyim : 
Örneğin; Erzincan depremini anlatan bir destan.
‘ Erzincan duman oldu,
Halimiz yaman oldu,
Yarimi kaybedeli,
Bir hayli zaman oldu.’


Diğerine örnek ise ;

‘Mini etek çıkacak,
Gençler ona bakacak,
Evlenmeyin bekarlar,
Naylon kızlar çıkacak.’


Destanlar son derece lirik, öğretici ve manidardı. Aslında onda anlatılan halkdı, bizlerdik. Fakir, zengin ve ülke sorunlarıydı. 

Televizyon nedir bilmezdik. Radyo da varlıklı evlerde vardı ama, mutluluk diz boyuydu. Önce insan, sonra para gelirdi şimdikinin tam aksine. Bugün, aynı binada yaşayıp da katlardaki komşusunun adını sanını bilmeyen, öldüğünü bile duymayan çoook ‘Et beyinli muşmulalar,’ selam vermemek için yolunu değiştiren sözüm ona ‘ Angut kuşları.’ Var. Kahrolası, batasıca Batı, para ve Milli değerlerden hızla uzaklaşmamız bizi bu durumlara düşürdü.

Şarkı sözü satanlar da birkaç yapraktan ibaret olan kağıtları yere sermiş yanık sesleriyle Nuri Sesigüzel, Muzaffer Akgün, Nezahat Bayram, Ülkü Beşgül, Muazzez Türing, Turhan Karabulut, Zeki Müren, Saime Sanay, Hamiyyet Yüceses, Hafız Burhan ve daha adlarını zikredemediğim yüzlerce sanatcının eserlerini söylerler. Ayrıca hediyesi (!?) elli kr a satarlardı.

‘ Halimeyi samanlıkta bastılar,
Şalvarını güldalına astılar,
Düğmeleri teker teker kestiler,
Aman Halimem, canım Halimem.’


Bir de Sesigüzelden ;

‘Sular akar arkın arkın,
Felek döndürmüyor çarkın,
Bu dünyada evim barkım,
Vardır diyen yalan söyler.’


Dalım oğul, balım kız, İşte o günler böyleydi. Gelecek satırlarda buluşmak üzere Allahaısmarladık.
MEHMET ÇEVİK
Uluslararası Tur Rehberi

1960' LI YILLARIN SARAYKÖYÜNDEN ÖYKÜ TADINDA PAYLAŞIMLAR / MEHMET ÇEVİK - 4

1960' LI YILLARIN SARAYKÖYÜNDE ÇARŞI – PAZAR (DÜRBÜNCÜLER-FİLİMCİLER) / MEHMET ÇEVİK–4
Dalım oğul, balım kız,
Dürbüncüler ise; çarşının girişine yayılır ilk gelenleri avlamak için. Bu alet gerçek bir dürbün değildi. İçindeki küçücük filmleri büyüterek gösteren bir sinematek aletiydi. Biz dürbün derdik. 

Meşhuuur bir Arap hoca vardı dostumuz. İşte o, bu işi yapardı. Bir gece bizde kalır, etrafına toplanırdık. Meddah gibi bize komik hikayeler anlatır saatlerce güldürürdü. Yollarını dört gözle beklerdik. 
Bugün bile haala anlattıkları capcanlı belleğimdedir. 
Ertesi sabah babama, 
‘Ramazan rahat ettim. Al şu iki buçuk lirayı.’ Diyerek hoşnutluğunu belirtir, üzerinde İnönü nün tek resmi olan parayı verirdi. Bundan dolayı biz sinemateki izlediğimizde para vermezdik. İçindeki filmleri ezberden tek tek sayardı. 

‘ Bak vatandaş görüyorsung cıbıldakcıbıldak garılaarı, üsdüne bi şey keymiş, onun da yok yarılaarı.’ 

Aslında hiç çıplak değildi bunlar ama, onun ki reklamdı. 
Bizim Hüseyin göreceğim diye küçük dilini yutar, heyecanla bakardı. Arap hoca devamla, 

‘ Megge, Medina, İslambol, filler, gergedanlar, aslanlar,sırtlanlar, gelyollar,gidyollar.’ 

Deyip sonuna doğru gelirken 
‘ Tırrr tırsızzz olursa 10 kr, tırrrr tırrrlı olursaa 15 kr ‘ 
der ve olanca sesiyle, ‘tıırrrrrrrrrrr!’ diye bağırır ve kelaynaklar gibi çırpınırdı. 
10 kr luk şey saniyede otomatikman 15 kr oluverirdi. 

Bunun yanı sıra yüzükler, bilezikler, Atatürk ve arkadaşlarının siyah-beyaz posterlerini satardı. Çok istisnai bir insandı o.
MEHMET ÇEVİK / Uluslararası Tur Rehberi

SARAYKÖYDEN FIKRA TADINDA BİR "SU" ÖYKÜSÜ / ALİ RIZA ÖNAL

 Hikayemizin kahramanı olan, Efe meydanında market işletmecisi rahmetli Sarıoğlu Mustafa Önal o yıllarda, rahmetli Arif Böcek’in Gençlik pastanesinde çalışmaktadır. 

Ailesi ile beraber yaz aylarında her Sarayköylünün yaptıkları gibi bağa göçen Mustafa amcanın bağlarının Çeştepe’den gelen suya yakın olduğunu bilen Arif Böceğin babası Memet Ağa dayı Mustafa amcaya her sabah gelirken Çeştepe suyundan bir testi su alıp gelmesini ister. 

Mesafenin uzun olmasından dolayı her gün sabah sırtında alıp geldiği su Mustafa amcayı ilk günler yormasa da sonraları yorucu ve sıkıcı gelir. 

Ne yapayım diye düşünürken arkadaşının biri 

’’Ulen olum, her gün ta ordan bure bi desdi su gelmez.’’

-Ne yapam. Yol göster.
-Yapcen bir iş var. Desdiyi boş alıp gelip Aşyemezlerin evinin önündeki çeşmeden doldurcen. 
Memeta dayın o suyu Çeştepe suyu sanır. O suyun eyi su olup olmadını anlımaz.

Bu plan Mustafa amcanın kafasına yatar. Mehmet Ağa dayı suyun iyi su olmadığını anlarsa mecburen yine desti sırtta Çeştepe’den doldurmaya devam ederiz diye düşünür. Planı hemen ertesi günü uygular. Destiyi bağ evinden boş alır gelir, suyu Aşyemezleri evinin önündeki çeşmeden doldururak, getirir Mehmet ağa dayıya verir. 
Öğleden sonrada sorar. ‘ 

’Memeta dayı su nasıl, güzelmi’ ’Son gelen su Mehmet ağa dayının çok hoşuna gitmiştir.’ 

’Allah razı olsun Mustafa oğlum. 
Bu getirdiğin su bek datlımış. Sanki daha önce gelenden daha güzel gibi geldi bana’

Herkesin razı olduğu bu durumdan sonra Sarıoğlu Mustafa amca suyu Aşyemezlerin oradan doldurmaya devam eder. Arada sırada şikayet var mı diye de sormayı ihmal etmez.
* * * * * * * * * * * * * * * 
Paylaşım: Ismail Yaşar Çömez – Facebook “Dünyadaki Sarayköylüler” sayfası DERLEYEN:ALİ RIZA ÖNAL - DERLEME TARİHİ:10.09.2014

14 Şubat 2022 Pazartesi

1960' LI YILLARIN SARAYKÖYÜNDEN ÖYKÜ TADINDA PAYLAŞIMLAR / MEHMET ÇEVİK - 3

1960' LI YILLARIN SARAYKÖYÜNDE ÇARŞI – PAZAR (YANKESİCİLER,ÜÇKAĞITÇILAR,NANE YAĞCILAR) / MEHMET ÇEVİK - 3

Dalım oğul, balım kız,
O yılların yankesicileri bile profesyoneldi. Az paraya tenezzül bile etmezlerdi. Cüzdan kat kat ve bir de fiyakalı olacaktı. 
Bunlar Sarayköy dışından gelirlerdi. İyi organizeydiler. Şimdikiler gibi az buçuk şeye rağbet etmezler, deveyi hamuduyla götürürlerdi. Yakalandıkları zaman da ser verip sır vermezlerdi. 
Polis Kuzudan iyi sopa yerlerdi. Ama ağlayıp sızlayana parasını geri verirlerdi. Atıverirlerdi gizlice. 

Çarşının kalabalık köşesine kurulmuş üçkağıtçılar da üç yüzük altında tek bilya saklar ve ‘ bulgareyii, al pareyii.’ Derlerdi. Yenilmeye başladıklarında da hemen adamı kovarlardı.

Dalım oğul, balım kız,
Gelelim nanayağcılaraaa. Bunlar mis, esans satarlardı. Karakedi, ıtır, sabırtaşı, gözyaşı, zambak, yedi kardeş kanı, karafatma, gül ve daha neler. 
İsimlerini bir çırpıda sayar, en pahalısı ve kalitelisinden birkaç mg enjeksiyona doldurur 
‘ Dünyanıng malı düngyaada galır, hayvanlar goglaşa goglaşa, insanlar gonuşa gonuşa angleşiii aaakıdeşş.’ Fıs, fıs, fıs, diyerek üzerine fışkırtır. 
Satın almak istediğin zaman da en ucuzundan küçücük bir şişeye birkaç damla doldurarak seni ayakta uyutur.

MEHMET ÇEVİK
Uluslararası Tur Rehberi

1960' LI YILLARIN SARAYKÖYÜNDEN ÖYKÜ TADINDA PAYLAŞIMLAR / MEHMET ÇEVİK - 2

1960' LI YILLARIN 
SARAYKÖYÜNDE ÇARŞI – PAZAR
(ELLERİNDE ÇINGIRAKLARIYLA SUCULAR-ŞERBETÇİLER) / MEHMET ÇEVİK - 2

Dalım oğul, balım kız,
Sucular ellerinde çıngıraklarıyla
dolaşır aynı bardak dan herkeze su
satarlardı.
Şimdiki gibi naylon
bardaklar mı vardı ki.’ Bardağı 5
kr suya gel abee, suyaaa! Buldan
baştatlı, Horsunlu suyu!’ diye
bağırarak.
Günahları boynuna ama, çoğu halis Sarayköy çeşme suyuydu.
Nerden gidip getireceklerdi ki ?
Buldan 17, Horsunlu 40 km uzakta.
Sucuların hiç bitmeyen çıngırakları
akşama kadar sürerdi.

Şerbetçiler daha renkliydi.
Buldanlı bir şerbetçi extra şişman
Memedaa vardı. 
Koskoca gümüşi bir güğümü sırtına yüklerek bağlar ‘ şeebeet, içivee Memeet.’ Diye bütün gün bağırırdı elindeki bardakları birbirine vurarak. 
Bir gün ‘Sen benim adımı nerden biliyorsun?’ dedim. 
Ukalaaca, ‘ Ben bilirin’ dedi. ‘ Adıng Memed olduğu içün, bu sefer sene bedafe. Baak, gelcek hafteye 10 kaymengi alırın haaa!’ dedi.

MEHMET ÇEVİK
Uluslararası Tur Rehberi

13 Şubat 2022 Pazar

1960' LI YILLARIN SARAYKÖYÜNDEN ÖYKÜ TADINDA PAYLAŞIMLAR / MEHMET ÇEVİK - 1

1960' LI YILLARIN SARAYKÖYÜNDE ÇARŞI – PAZAR (DONDURMAM GAYMAK) / MEHMET ÇEVİK - 1
Dalım oğul, balım kız,
Eski Belediyenin önünde dondurmacılar sırayla dizilmiş müşteri beklerdi.

Bağırış çağırışları taaa uzaklardan
duyulurdu. 
‘ Dondurmam gaymaak, 
gelinim oynaak.’ 
‘ Baylar, bayanlar, merdivandan gayanlar.’ 
‘ Gaymaak dondurmaam, mini mini
hanımlara, sevdalı beylere
parasını almadan doldurmam.’ 
Diye hem kendi eksenleri etrafında
dönerek oynarlar, hem de nazik bir
şekilde dondurma satarlardı.

Şimdiki gibi makine yapımı değildi
onlar. Bir fıçının içinde buz ve
tuz, onun içinde de bol sütlü
dondurma vardı. Onu 360 derece
devamlı döndürür, kendileri de
dönerdi. Gerçekten bu iş göbek de
eritirdi. 

Bizim Fikri bazen buzhanede çalışır, bazen de dondurmacıya yardım ederdi. Beni görür görmez, ‘ Memedime iyi soğuk yerinden verin. ‘ derdi, sanki sıcağı da varmış gibi. 
Gazoz da satardı dondurmacılar. ‘Aaabeem bide gazoz içiveee gaari, 32 dişine keman çaldırmazsa para almam!’
Gazozları normal açmazlardı.
Marangoz bıçkısı, ya da testere ile
alttan hızla vurarak açarlardı. ‘
gümmm, paaat’ diye muazzam ses
çıkarırdı. Bir keresinde kapağı
Sivri Mustabeying oğlu Hacı
Hasanıng gözüne geldi de 3 gün
dünyasını göremedi zavallıcık.

MEHMET ÇEVİK / Uluslararası Tur Rehberi

12 Şubat 2022 Cumartesi

BENİM GÜZEL SARAYKÖY’ÜM - MEMLEKETE DAİR / MEHMET ÇEVİK

BENİM GÜZEL SARAYKÖY’ÜM

Dalım oğul, balım kız,
Güzelim Sarayköy’üm benim,
Kaldı bağında eski yemenim,
Sıcağında bronzlaştı tenim,
Sensin benim hislerim, sevgilerim,
Senden başka yere ben memleket mi derim.
Gönlümden gitmez kederin, sevinçlerin,
İzlerin derin, başkadır senin yerin.
Ey! Sevgili beyazlara bürünmüş gelin,
İnan ki unutamam seni her gün özlerim.
Geçmişim, rüyam, masalım, hikayem,öyküm,
Köyüm, kazam, benim şirin SARAYKÖY’ÜM.

Memleket sevgisi işte böyle bir şey. Unutamazsın hemşerim yetiştiğin, büyüdüğün toprağı. Hele benim gibi yıllarca ayrı kalırsan. Birde en güzel, cennet gibi yerinde yaşamışsan çocukluğunda Leyla’ya aşık Mecnun gibi olursun.

M E H M E T Ç E V İ K
"Hala diri, İçinizden biri,
Gezilerin piri, Turist Rehberi,
Yazı yazar çok seri,
Henüz değil Bir kemik, bir deri
Bu ülkenin bir eri."

9 Şubat 2022 Çarşamba

Sarayköyden bir Kurban Bayramına dair dost söylemler / Ahmet İban

Sarayköyden bir Kurban Bayramına dair dost söylemler / Ahmet İban

Kurban bayramında sırf ütülenmiş kelle-paça yemek için Sarayköy'e gittim ve 2.gün akşamı ütülenip, yıkanıp, koca kazanda nohutla kaynamış kelleyi beyninide içine dağıtarak sirke-sarımsak eşliğinde bir yumulduk anlatamam. Yedikçe şifa bulduğumu hissettim vallahi de. İstanbul'da yok böyle birşey o yüzden kurban bayramı geldi mi beni buralarda tutamazlar soluğu köyde alırım, çokda iyi yaparım diyorum.
* * * * * * * *
Öffff ki öfff doyamadım kalanı da deepfreze 'de dondurup getirdim istanbulda devammmmmm. Seneyi iple çekeceğim, artık işkembe, çözü, mumbar'ı falan anlatmayayım benimde ağzım tekrar sulanıyor vallahi. İyiki kız kardeşim annemden öğrenmiş sayesinde babaocağı tadları hala devam ediyor. Gelirken de 10 tane otlu ekmek getirdim dersem ayıp olmaz dimi???.
* * * * * * * * *
Sünnetimdeki (1961) keşkeğin tadı hala damağımdadır ve ne yazık ki bu lezzet çok az evde kaldı. Kurbanda et'e öncelik verdiğimizden canımmm keşkeğe sıra gelmedi tabiikim, sana afiyet şeker olsun İbrahim kardeş..
* * * * * * * *
Köyü bırakıp geldik gurbete ama illada köyüm de köyüm der başka bir şey demem. Nede olsa doğup büyüdüğüm ve dünya nimetlerini ilk tanıdığım yer olduğundan unutmam mümkün değil. Her fırsatta gider kendimi şarj eder gelirim.
* * * * * * * *
İbrahim muharrem ay ı(bizde aşure denir) geldi ilk aşuremi yedim diyorsun afiyet olsun amma gene bir yaramı deşdin be kardeş. Çocukluğumda aşurelikler hazırlandıktan sonra hep bir arada günbalıy'la kaynatılırdı ve pişer pişmezde sıcak sıcak yerdim. Kaldımı bu tat?

BİR DÖNEMİNİN ÖZGÜN SARAYKÖY YEMEKLERİNDEN “OMEÇ” / Turhan Eset


BİR DÖNEMİNİN ÖZGÜN SARAYKÖY YEMEKLERİNDEN “OMEÇ” / Turhan Eset

Yeri gelmişken, genellikle çocuklara yapılan bir tadımızdan da söz ve tarif etmek istiyorum ki tarihe not düşelim.

Çünkü dar imkanlarda güzel bir yaratıcılık. Kuru yufka ufalanır, içine bir kuru soğan çintilir, peynir ufalanır ve biraz su serpilir (suyun miktarı önemli), karıştırılır ve yumurta büyüklüğünde, yumurta şeklinde köfteler hazırlanır, herhangi bir içecek eşliğinde yenir. Bunun adı OMEÇ'tir. Deneyin beğeneceksiniz. Ayrıca çok ta sağlıklı, içinde peynir,soğan gibi sağlıklı besinler bulunuyor.

7 Şubat 2022 Pazartesi

Sarayköydeki İlkokul Anılarım / Mehmet Çevik Anıları-3

 

İLKOKUL HATIRALARIM

1960’lı yılların Sarayköy’ündeki geçmiş günlerimizi, çocukluk günlerimizi ve o güzel günlerimizin sosyal çevresini ne de güzel betimlemiş.
Güçlü belleğine ve kalem tutan ellerine sağlık.
Sözü fazla uzatmadan sizleri bu güzel söylemlerle baş başa bırakıyorum.
Dostluk dileklerimle.
*********************** 
Dalım oğul, balım kız, İlkokula daha başlar başlamaz öğrendiğim ilk şarkı, ‘Daha dün annemizin kollarında yaşarken.’ İdi. 
İkincisi ise ; ‘Kon kon kelebek, Bir gonca çiçek, Yıllar geçecek, Ömrüm bitecek.’ Şarkısıydı. 
Bu güzel ama, sonu hüzünle biten şarkı beni çok hüzünlendirirdi. Kelebek ve çiçek çok hoşuma giderdi yalnız, ömrümün bitmesini o çocuk aklımla anlayamazdım bir türlü ve içimi bir hüzün kaplardı ve ciddiye alırdım. 
‘Sansar kazı niye çaldın, onu bana ver, Avcıya söylersem yandın sansar, Avcı sana ateş ederse, Avcı uzun tüfeğini sana dikerse.’ Diye cetvellerle ateş eder gibi yapardık ve kazı sansarın elinden kurtardığımız içinde mutlu olurdum. 

Bu ne inanırlık, ne safiyane bir mutluluktu o. Rüya görür gibi şarkıların , olayların, resimlerin, dergilerin renklerin içine dalar giderdik. Saf, tertemiz, günahsızdık. 

Duvarlardaki yazılar, günlerin,ayların,mevsimlerin adları, sayılar, sayı saymak için fasulye, nohut taneleri benim için çok değerli şeylerdi. 

Öğretmenlerimiz çok değerli insanlardı. Müdür Ahmet Küçük, Sınıf öğretmenlerim Hatice Sezer ve Rafet Taş. Ahmet Türcan, Ömer Gültekin, Hüseyin Girgin, Lalefer Çukurlu, Neriman Özmen, Mustafa Meriç, Sadık Kocabaş, Meftune Zeybel ve Suzan Kudal. 

Bunlar hatırlayabildiklerim. 
Hepsi Atatürkçü ve Cumhuriyetçi, Vatanını, Milletini seven insanlardı. Bizi de böyle yetiştirdiler. 

Ömer Gültekin çok şakacıydı. 
Tembel öğrenciler için şöyle söylerdi : ‘Akıl marangoz, fikir cicoz, gidiveee geri getir, Abdi garıyı boşamış, neynesing Deli Bekir.’ Ve devamla, ’15 tavuk yetmedi, fındıgı dıgıdık, fıstıgı dık, şu tembellik gitmedi,fındıgı dıgıdık fıstıgı dık.’ Diye bizi güldürürdü. 

Ahmet Türcan ise; çok iyi konuşur, 10 Kasımlarda ve özel günlerde o konuşma yapardı. Ara sıra bize şöyle tekerlemeler öğretirdi : ‘Kirli muusii, debinduusi, ara sıra dittiriyooriisi.’ Ya da, ‘Harp harp, harpıtallar derler bize.’ Gibi. 

İlkokul 5. Sınıftaydık . Öğretmenimiz Rafet Taş, ‘Çocuklar, Meryem Ana, Efes Harabeleri ve Ortaklar Öğretmen ‘Okuluna gezi hazırladık. Kişi başı 5.5 Lira, gitmek isteyen hazırlansın.’ Dedi. 

Ben çok mutlu olmuştum. Sarayköy dışına hiç gitmemiştim ki. Aylardan Mayıstı, eni konu henüz ısınıyordu. Kardeşim Ali, kuzenim M.Ali ve ben paraları ödeyip hazırlandık. Okulun önüne Magırus marka kocaman burunlu eski bir otobüs geldi. 

Biz o zamanlar ona Türkçe adıyla ‘Hoşgör’ ya da ‘dönmez’ diyorduk. Keşki adı aynı kalsaydı. Neden İngilizce olarak söylüyoruz ki şimdi ? Ben yeni elbiselerimi ve renkli naylon çoraplarımı giymiştim. 
Ortalara bir yere Osman Güneri ile aynı koltuğa oturmuştuk. Hoşgör önce bir homurdandı, şoför vitesi zor geçirdi, ağaçta ki kuşlar bile duydu kaçtı. Koltuklar sallandı, biz önce öne, sonra arkaya bir gittik geldik. Arkadaşım başını vurdu,’anam’ dedi. 

Motor önde olduğu için çok gürültü yapıyordu. Hoşgörümüz hızla aşağıya doğru yol alıp Sarayköy dışına çıkarak İzmir istikametine doğru yol almaya başladı. 

Şimdi böyle bir höşgör olsaydı, müzeye koyarlardı her halde Afrodisiyas Harabelerinde Yunanlılardan kalma M.Ö. bilmem kaç yılında kazılardan çıkma diye. Ama biz son derece neşeliydik. Okul, ders yoktu. Menderes köprüsünü geçip dağlarından yağ, ovalarından bal akan asıl Ege’ ye doğru son sürat ilerlemeye başladık. 

Birbiri peşi sıra uzanan mavi dağlar, yemyeşil ovalar, şuraya buraya serpilmiş irili ufaklı köyler geçiyorduk. Menderes Nehri sol tarafımızda bazen bizi takibediyor, bazen de saklanıyordu. 

Rehber olduktan sonra öğrendiğime göre, bu isim Türkçeye, Yunanca ‘Meandros’ kelimesinden gelme. Zamanla Türkçeleşmiş. Bizde çok şükür okuma-yazma kıt olduğu için onu Türkçe sanıp isim-soy isim olarak kullana gelmişiz. İngilizceye de ‘Meander’ olarak geçmiş. ‘Kıvrım yapan, kıvrılan’ demektir. O da zaten durmadan kıvrılarak akar. 

Şişman, palabıyıklı, efe görünümlü şoförümüz o zamanlar CD ya da kaset olmadığı için ‘pick up’ a bir plak koyuvermişti. O şarkıyı yıllar geçti hiç unutamadım : ‘ Hopur hopur hoplayın, Tahta taraba, Kızlar çiçek toplayın, Yandım Araba, Hovarda erkekleri, Arap kızı neylesin, Aranıza sokmayın. Satar Araba.’ 

Önce Efes’e uğradık. O çocuk aklımla bile hayran kaldım buraya. Her şey taştan yapılmış, kolonlar, yollar, sütunlar, heykeller hepsi taştı. M.Ö oluşturulan bu şehir hala çok şeyiyle ayaktaydı. Modern şehirlerimiz bile bir afet ya da depremle yıkılıyor, ortada hiçbir şey kalmıyordu. Bu antik şehre hayran kalmamak elde değildi. Harika eserleriyle zamanımızdan daha üstün görünümleri vardı. Tek kelimeyle hayran kalmış, küçük dilimi yutmuştum. Ağzımı bıçak açmıyordu. Hayal uykusundaydım. Ara sıra öğretmenlere sorular sorsam da saçma sapan cevaplar alıyordum. Kendi kendime soruyordum: ‘Bu millet niçin tarih bilmiyor, okumuyor’ diye. Buranın tarihini öğrenebilmek için taa binlerce km uzaklardan gelen turistlere gıptayla bakıyor, onları kıskanıyordum. Biz niçin böyle değildik ? Burnumuzun dibinde ki bu harika yerden haberimiz bile yoktu. BU BENDE BÜYÜK BİR İZ BIRAKTI. Burayı turistlere anlatan rehberlere hayran kaldım. Kararımı verdim. Ben de onlar gibi olacaktım. İŞTE BENİM ULUSLARASI REHBER OLMAMIN HEVESİ, HAZZI ve KARARI BURADAN BAŞLAR. Nereden bilecektim yıllar sonra ben de İngiltere ye gidecek, okuyacak ve REHBER olarak ülkeme gelip buraları bizzat yabancılara kendi dillerinden anlatacaktım, hem de en az 5 saat ! Allah duamı kabul etmişti. Şükürler olsun. Ayrıca bu yer beni çok etkilemiş olmalı ki, lise 1 de Efes hakkında yazmış olduğum kompozisyon okulda birinci olmuştu. 

Buradan Meryemanaya gittik ama, kimse bize yine buranın gerçek tarihini anlatamadı ve ben yıllar sonra öğrendim. Her ne zaman oralara rehberlik için gitsem, O ÇOCUKLUK HAYALİM AKLIMA GELİR ve gözlerimden iki damla yaş akar, duygulu ve mutlu olurum. 

İyi ki bu güzel okulda okumuş ve oralara götürülmüşüm. Şimdi o günler bir anı olarak belleğimde yaşıyor ve ölünceye kadar yaşayacak ve yine gittiğimde oralara duygulanacak, hüzünlenecek, ağlayacak, gözlerimden yine iki damla şükran ve hicran gözyaşları akacak. 

MEHMET ÇEVİK ‘Sizden biri, Hala diri, Bellidir yeri, Turist Rehberi.’

1960’ LI YILLARIN SARAYKÖY ÇARŞI VE PAZARI / Mehmet Çevik Anıları - 2

 
“1960’ LI YILLARIN SARAYKÖY 
ÇARŞI VE PAZARI”

Zaman tünelinde bizleri öyle güzel bir geziye çıkaran Sevgili Dost Mehmet Çevik kardeşime sonsuz teşekkürler.
O güzel günler, o güzel yıllar canlanıverdi gözlerimin önünde bir an. Duygulanmamak olası değil. Belleğine ve bize sunduğu bu harika paylaşımlara bin teşekkür. Devamını diliyoruz. Sen çok yaşa sevgili dostum. Kalemine ve yüreğine ve de belleğine sağlık.
Sözü fazla uzatmadan sizleri onun söylemleriyle baş başa bırakmak istiyorum. Kalın sağlıcakla.

(GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ HAYALİ CİHAN BEDEL AVAZEYİ ŞU ALEME DAVUT GİBİ SAL, BAKİ KALAN BU KUBBEDE HOŞ BİR SEDA İMİŞ) Dalım oğul, balım kız, Sizlere bu kez de 1960ların ünlü, zengin ve renkli Sarayköy çarşısını, daha doğrusu cumartesi pazarlarını anlatacağım. Çarşımızda ne yoktu ki; dondurmacılar, sucular, şerbetçiler, profesyonel yankesiciler, üçkağıtçılar, nanayağcılar, dürbüncüler, destancılar, şarkı sözü satanlar, elek-kalbur satan romanlar, şapkasıyla güreşen Uyanıklı Aliler, sirk çadırları ve özel tiyatrolar. Bütün hafta çalışır cumartesinin gelmesini dört gözle beklerdik. Haftalığımızı alır, filinta gibi giyinir çarşıya inerdik. Köfteci İsmail de karnımızı tıka basa doyurduktan sonra 5 kr verip bir güzel tartılırdık. Ne kadar fazla gelirsek o kadar sevinirdik. Eski Belediyenin önünde dondurmacılar sırayla dizilmiş müşteri beklerdi. Bağırış çağırışları taaa uzaklardan duyulurdu. Duyulurdu. ‘ Dondurmam gaymaak, gelinim oynaak.’ ‘ Baylar, bayanlar, merdivandan gayanlar.’ ‘ Gaymaak dondurmaam, mini mini hanımlara , sevdalı beylere parasını almadan doldurmam.’ Diye hem kendi eksenleri etrafında dönerek oynarlar, hem de nazik bir şekilde dondurma satarlardı. Şimdiki gibi makine yapımı değildi onlar. Bir fıçının içinde buz ve tuz, onun içinde de bol sütlü dondurma vardı. Onu 360 derece devamlı döndürür, kendileri de dönerdi. Gerçekten bu iş göbek de eritirdi. Bizim Fikri bazen buzhanede çalışır, bazen de dondurmacıya yardım ederdi. Beni görür görmez, ‘ Memedime iyi soğuk yerinden verin. ‘ derdi, sanki sıcağı da varmış gibi. Gazoz da satardı dondurmacılar. ‘Aaabeem bide gazoz içiveee gaari, 32 dişine keman çaldırmazsa para almam!’ Gazozları normal açmazlardı. Marangoz bıçkısı, ya da testere ile alttan hızla vurarak açarlardı. ‘ gümmm, paaat’ diye muazzam ses çıkarırdı. Bir keresinde kapağı Sivri Mustabeying oğlu Hacı Hasanıng gözüne geldi de 3 gün dünyasını göremedi zavallıcık.
Dalım oğul, balım kız, Sucular ellerinde çıngıraklarıyla dolaşır aynı bardak dan herkeze su satarlardı. Şimdiki gibi naylon bardaklar mı vardı ki.’ Bardağı 5 kr suya gel abee, suyaaa! Buldan baştatlı, Horsunlu suyu!’ diye bağırarak. Günahları boynuna ama, çoğu halis Sarayköy çeşme suyuydu. Nerden gidip getireceklerdi ki ? Buldan 17, Horsunlu 40 km uzakta. Sucuların hiç bitmeyen çıngırakları akşama kadar sürerdi. Şerbetçiler daha renkliydi. Buldanlı bir şerbetçi extra şişman Memedaa vardı. Koskoca gümüşi bir güğümü sırtına yüklerek bağlar ‘ şeebeet, içivee Memeet.’ Diye bütün gün bağırırdı elindeki bardakları birbirine vurarak. Bir gün ‘Sen benim adımı nerden biliyorsun?’ dedim.Ukalaaca, ‘ Ben bilirin’ dedi. ‘ Adıng Memed olduğu içün, bu sefer sene bedafe. Baak, gelcek hafteye 10 kaymengi alırın haaa!’ dedi.
Dalım oğul, balım kız, O yılların yankesicileri bile profesyoneldi. Az paraya tenezzül bile etmezlerdi. Cüzdan kat kat ve bir de fiyakalı olacaktı. Bunlar Sarayköy dışından gelirlerdi. İyi organizeydiler. Şimdikiler gibi az buçuk şeye rağbet etmezler, deveyi hamuduyla götürürlerdi. Yakalandıkları zaman da ser verip sır vermezlerdi. Polis Kuzudan iyi sopa yerlerdi. Ama ağlayıp sızlayana parasını geri verirlerdi. Atıverirlerdi gizlice. Çarşının kalabalık köşesine kurulmuş üçkağıtçılar da üç yüzük altında tek bilya saklar ve ‘ bulgareyii, al pareyii.’ Derlerdi. Yenilmeye başladıklarında da hemen adamı kovarlardı. Gelelim nanayağcılaraaa. Bunlar mis, esans satarlardı. Karakedi, ıtır, sabırtaşı, gözyaşı, zambak, yedi kardeş kanı, karafatma, gül ve daha neler. İsimlerini bir çırpıda sayar, en pahalısı ve kalitelisinden birkaç mg enjeksiyona doldurur ‘ Dünyanıng malı düngyaada galır, hayvanlar goglaşa goglaşa, insanlar gonuşa gonuşa angleşiii aaakıdeşş.’ Fıs, fıs, fıs, diyerek üzerine fışkırtır. Satın almak istediğin zaman da en ucuzundan küçücük bir şişeye birkaç damla doldurarak seni ayakta uyutur. Dürbüncüler ise; çarşının girişine yayılır ilk gelenleri avlamak için. Bu alet gerçek bir dürbün değildi. İçindeki küçücük filmleri büyüterek gösteren bir sinematek aletiydi. Biz dürbün derdik. Meşhuuur bir Arap hoca vardı dostumuz. İşte o, bu işi yapardı. Bir gece bizde kalır, etrafına toplanırdık. Meddah gibi bize komik hikayeler anlatır saatlerce güldürürdü. Yollarını dört gözle beklerdik. Bugün bile haala anlattıkları capcanlı belleğimdedir. Ertesi sabah babama, ‘Ramazan rahat ettim. Al şu iki buçuk lirayı.’ Diyerek hoşnutluğunu belirtir, üzerinde İnönü nün tek resmi olan parayı verirdi. Bundan dolayı biz sinemateki izlediğimizde para vermezdik. İçindeki filmleri ezberden tek tek sayardı. ‘ Bak vatandaş görüyorsung cıbıldak cıbıldak garılaarı, üsdüne bi şey keymiş, onun da yok yarılaarı.’ Aslında hiç çıplak değildi bunlar ama, onun ki reklamdı. Bizim Hüseyin göreceğim diye küçük dilini yutar, heyecanla bakardı. Arap hoca devamla, ‘ Megge, Medina, İslambol, filler, gergedanlar, aslanlar, sırtlanlar, gelyollar, gidyollar.’ Deyip sonuna doğru gelirken ‘ Tırrr tırsızzz olursa 10 kr, tırrrr tırrrlı olursaa 15 kr ‘ der ve olanca sesiyle, ‘tıırrrrrrrrrrr!’ diye bağırır ve kelaynaklar gibi çırpınırdı. 10 kr luk şey saniyede otomatikman 15 kr oluverirdi. Bunun yanı sıra yüzükler, bilezikler, Atatürk ve arkadaşlarının siyah-beyaz posterlerini satardı. Çok istisnai bir insandı o.
Dalım oğul, balım kız, Bizim destancılarımız vardı. Bunlar ülke çapında geçmiş acı ve tatlı olayları şiire dökerek yazılmış kağıtları yanık sesleriyle ahenkli bir şekilde okuyarak insanları hem duygulandırır hem de güldürürlerdi. Üzerinde fiyatı değil de hediyesi 25 kr yazardı. İyi ki bazı sayfaları saklamışım.

Size bunlardan bir tatlı, bir de acı bir olayı örnek vereyim : Örneğin; Erzincan depremini anlatan bir destan.
‘ Erzincan duman oldu, Halimiz yaman oldu, Yarimi kaybedeli, Bir hayli zaman oldu.’
Diğerine örnek ise ;
‘Mini etek çıkacak, Gençler ona bakacak, Evlenmeyin bekarlar, Naylon kızlar çıkacak.’
Destanlar son derece lirik, öğretici ve manidardı. Aslında onda anlatılan halkdı, bizlerdik. Fakir, zengin ve ülke sorunlarıydı. Televizyon nedir bilmezdik. Radyo da varlıklı evlerde vardı ama, mutluluk diz boyuydu. Önce insan, sonra para gelirdi şimdikinin tam aksine. Bugün, aynı binada yaşayıp da katlardaki komşusunun adını sanını bilmeyen, öldüğünü bile duymayan çoook ‘Et beyinli muşmulalar,’ selam vermemek için yolunu değiştiren sözüm ona ‘ Angut kuşları.’ Var. Kahrolası, batasıca Batı, para ve Milli değerlerden hızla uzaklaşmamız bizi bu durumlara düşürdü. Şarkı sözü satanlar da birkaç yapraktan ibaret olan kağıtları yere sermiş yanık sesleriyle Nuri Sesigüzel, Muzaffer Akgün, Nezahat Bayram, Ülkü Beşgül, Muazzez Türing, Turhan Karabulut, Zeki Müren, Saime Sanay, Hamiyyet Yüceses, Hafız Burhan ve daha adlarını zikredemediğim yüzlerce sanatcının eserlerini söylerler. Ayrıca hediyesi (!?) elli kr a satarlardı.
‘ Halimeyi samanlıkta bastılar, Şalvarını güldalına astılar, Düğmeleri teker teker kestiler, Aman Halimem, canım Halimem.’
Bir de Sesigüzelden ;
‘Sular akar arkın arkın, Felek döndürmüyor çarkın, Bu dünyada evim barkım, Vardır diyen yalan söyler.’
Dalım oğul, balım kız, İşte o günler böyleydi. Gelecek satırlarda buluşmak üzere Allahaısmarladık.
MEHMET ÇEVİK Uluslararası Tur Rehberi.

1960'LI YILLARIN SARAYKÖYÜNE ZAMAN TÜNELİNDE YOLCULUK / Mehmet Çevik Anıları - 1


BİR DÖNEMİN SARAYKÖYÜNE ZAMAN TÜNELİNDE BİR YOLCULUK
(Mehmet Çevik dost’tan nostaljik söylemlerle Sarayköy anıları)

Sevgili Mehmet Çevik dost, 1960’lı yılların Sarayköyündeki geçmiş günlerimizi, çocukluk günlerimizi ve o güzel günlerimizin sosyal çevresini ne de güzel betimlemiş.

Güçlü belleğine ve kalem tutan ellerine sağlık. Sözü fazla uzatmadan sizleri bu güzel söylemlerle baş başa bırakıyorum. Dostluk dileklerimle.
********************

Ne güzeldi o günler! Aramızdan geçen çay ne güzeldi. Yemyeşil kamışlar, ağaçlar, yılanlar, kertenkeleler, ateşböcekleri,üzüm bağları, bağbozumu, pekmez, bestel, köytüler yapmak, onları komularla paylaşmak, mehmet maraşı bir türlü doyuramamak. Yanıbaşımızda ki atila, geceleri kedilerden korkan mehmet sözer bir kaşık çayın suyunda boğulayazan komşu çocukları. Geceleri körebe, gündüzleri çelik çomak ve senin o diline doladığın ''dal gece, dal gündüz'' deyişin. Hiç mi hiç unutmadın. Ben ingilterenin, gezdiğim yerlerin değil, hep o çayın çocuğuydum. Hiç mi hiç unutmadım. Bütün tarlalar, bütün bahçeler bizim di . Bizde yeşil erik vardı da kırmızı erik yoktu. Onu da hacı nuri nin bahçesinden çalardık. Bize eriklerini bir gün önce tek tek saydığını söylerdi. Biz de inanırdık . O saflık bile güzeldi.''necip önder şapkanı dönder, bekçi aslan kuyruğu noksan'' nakaratını söylerdik. O uzun yaz gecelerinde gündüz hızını alamayan cırcır böcekleri geceleri de ötmeye devam eder, ateşböcekleri sabaha kadar etrafı aydınlatırdı. Tek sorun sivrisineklerdi. Ama eşek boku tütsüsünü hiç sevmezlerdi. Gene geceleri kuzey tarafta ki yılmaz konya ve kardeşleri ''kızım seni ali ye vereyim mi, dalgalandım da duruldum, koştum ardından yoruldum, bir elinde cura, çal vura vura, kömür gözlüm geliyor bel kıra kıra, ah yine yanıyor mu yeşil köşkün lambası yar.'' türkülerini dolunaya karşı söylerler, havada yankı yapar, ahmet çetin ve fikri ekmekçioğlu devam ettirir güneyimizde kalan bahçelerde yahya ve erkan abiler ve talat ''tahta taraba, yandım araba.'' türküsüyle devam ettirirlerdi. Sinema filmlerinin reklamını ne güzel yapardı fenliler ve yıldıztepenin artis ibrahimi. Paramız olmayıp sinemaya gidemediğimizde, fikriyi gnderirdik o bize vurdulu kırdılı çoğunu da hayal gücüyle ilave ederek bize şahane anlatırdı, biz de gitmiş, görmüş gibi olurduk. 3 tane eşşeğimiz vardı. Aydan, nurdan, gülden diye. Sevdiklerimin adını takmıştım onlara.ne güzel gözleri vardı. Çok mutluyduk. Şimdi arabalarımız, insan kokan şehrlerimiz var ama mutluluk yok. Mutluluk o çayla birlikte insan hayatının her gün sonsuzluğa aktığı gibi o da aktı gittiiiiiii. Sıcak dostluklar bittiiiiiii. Eeeeey güzelim sarayköy, ''o gül endamın bir al şaale bürünsün yürüsün, ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün, o güzel insanlar artık gittiler, gelmeyecekler, heyhaat! Zamane çocukları bunları hiç bilmeyecekler. Tanrıma şükürler olsun biz o günleri gördük, o zamanlar baakir ve şahane bir hayat sürdük.''